Aydan Gülerce
Türkiye zor günler yaşıyor. Ülkenin yönetimi, zaten son yıllarda liyakati hiçe sayıp, yandaş kayırmacı ve sadakati önceleyen popülist yönetimlerle iyice vasatlaşmıştı. Toplumsal gelişme, ekonomiden yargıya kadar her alanda zaten yeterince sekteye uğramıştı. Hatta son zamanlarda alenen otokratikleşmiş mevcut iktidarın ve onu dengelemeyi beceremeyen muhalefetin, demokrasiyi araçsallaştıran söylemlerden ve stratejik eylemlerden vaz geçemeyişleri ile adamakıllı inişe geçmişti.
Hükümetin başta hukuku, insan haklarını hiçe sayan ve ülkenin doğal ve kültürel mirasını yağmalayan uygulamaları üzerine, erken seçim talepleri de çoğalmıştı. Bunların üstüne bir de geçtiğimiz ay boyunca halkın gözleri önünde sergilenmeye başlamış olan, kirli devlet-bürokrasi-mafya-sermaye-medya-siyaset ilişkilerinin iç çamaşırları rezaleti ve denizleri kaplayan müsilaj sefaleti eklendi. İşsiz, güvencesiz, umutsuz ve mutsuz insanlar artık infialin ve ciddi bir çöküşün eşiğine geldi.
Şimdi bu ağır tabloya biraz farklı bir açıdan birlikte bakalım. Zira, bu sürece en büyük katkıyı yapan da, kendinin siyasi varlığını, tüm insani ve yasal haklarını kolektif biçimde neredeyse tamamen sıfırlamış olan halk. Yani, tek bir kişiye insani sınırlar ötesinde güç atfederek erki teslim etmiş bizleriz. Bugün insanların bir kısmı korkudan adamakıllı terörize, bir kısmı demokrasi-antidemokrasi paradoksuna (1) saplanıp paralize, bir kısmı şaşkınlık içinde hipnotize ve kalan kısmı da bir zamanlar idealize edip yoğun duygularla bağlandıkları liderlerinden fena halde demoralize olmuş durumdalar. Tüm toplum, ortak, bunaltıcı ve boğucu bir gerçeklikle karşı karşıya!
KUTUPLAŞMA SONRASI KRİZ
Bu gerçekten de çok sıkıntılı ve zor görünen tablo karşısında zaman zaman karamsarlığa ve umutsuzluğa kapılmak kaçınılmaz. Hatta öfkelenmek, alışılmış veya yeni bir hedefe saldırmak, sataşmak da kolay anlaşılabilir durumlar. Nitekim, toplumdaki siyasi kamplaşma, bölünme ve husumet zaten ciddi boyutlara çoktan varmış idi. Hemen her yerde ve alanda kanıksanmış biçimde yapılmakta olan da zaten bundan farklı bir şey değildi. Kaldı ki, halk her şeye rağmen önümüzdeki seçimlerden yeni bir soluk ve özgürleştirici politikalar ve programlar beklerken, bilinen Cumhur ve henüz tam olarak ne yapabileceği belirsiz Millet ittifakları, aynı ötekileştirici zihniyet ve oy sayısına endekslenmiş propagandist hazırlıklardan hala vaz geçemediler.
İktidar, sadece yurt içindeki baskıcı güvenlik işlerinde değil, yakın geçmişteki yurt dışındaki ilişkilerinde de önemli diplomatik hatalar yaptı. Ülke artık adamakıllı yalnız, desteksiz ve itibarsız. Türkiye’nin mevcut halini, kimileri freni patlamış, sürücüsüz ve yokuş aşağı inen bir yolcu otobüsüne benzetiyor, kimileri yarısı batmış bir transatlantiğe. Her halükarda, yaşanan bu tablonun, ülkenin kuruluşundan bu yana gelmiş geçmiş en büyük ve önemli tarihsel kriz olduğu yaygın kabul görmüş durumda.
Dahası, artık demokrasi krizinin de ötesinde, ciddi bir rejim sınavından söz edilir oldu. Ancak, unutulmamalı ki, bu gibi sanki çaresizmiş ve hiç çıkış yolu yokmuş gibi yaşanan durumlar, aslında içlerinde en ideal değişimler ve dönüşümler için fırsat koşullarını da barındırırlar. Bu sözde, pek yeni bir şey yok belki veya belli ki. İçi boş veya “kuru teselli” gibi gelebilir elbette.
Zira, “stres yönetimi”, “zaman yönetimi”, “afet yönetimi”, “öfke yönetimi”, “algı yönetimi”, “kriz yönetimi” ve benzeri, hatta “krizden fırsat doğar” klişelerini de psikolojizasyonu bol ve çarpık bu toplum bolca duydu bu güne kadar. Tabii farklı iş ve iş bitirici çevrelerin, psikolojinin kaynaklarından apar topar devşirip, kendi filtrelerinden hızlıca geçirilmiş, popüler kültür endüstrisine, sosyal politikalara ve toplumsal pratiklere bolca pompalanmış olarak. Dolayısıyla, özellikle de 1980 sonrası doğmuş insanlarımıza artık bu laflardan da, en az hamasi siyaset kadar, gına gelmiş olmasında şaşıracak pek bir şey yok.
O halde, ne olabilir şu yukarında sözünü ettiğimiz şanslar? Türkiye, bu kadar kötü bir tablo içinde iken nasıl bir fırsat yakalamış olabilir?
BÜYÜK BUHRAN
Fakat biz iyi yönetilmesi beklenen kriz neyin nesidir, önce ona bir bakalım birlikte. Bu amaçla ve biraz farklı bir okuma ile, mevcut tarihsel koşulları öncekilerden ayırt eden bazı özelliklere şöyle hızlıca değinelim:
(1) Sahici: Her şeyden önce, bu seferki sözde bir kriz değil. Yani yapay veya bizim dışımızdaki tarihsel koşulların değişmesiyle veya ABD, AB, Rusya veya Çin gibi büyük aktörlerin kararları ile de geçecek değil. Bu, son derece gerçek ve öznel bir özneleşme talebi: Türkiye’nin yaşadığı, her hangi bir “kriz” değil; gerçek bir “büyük buhran”.
(2) Bütüncül: Bölgesel veya sektörel değil. Toplumun tüm kurumlarını ve bireylerini top yekün ilgilendiriyor. Herkesi eşit derecede etkiliyor ve zarar veriyor. Çözülmesi de herkes için yararlı, zorunlu ve de arzulanıyor. Zaten kaçış yok; şöyle veya böyle, ancak hep birlikte başa çıkılması şart.
(3) Duygudaş: Toplumun hangi alt grubu, hangi ötekileştirilmiş ortak düşmana karşı ittifakta olduğunu sanırsa sansın, bu ülkenin tüm insanları ortak acı çekiyor. Ezilmişlik, kandırılmışlık, değersizleştirilmişlik duygularında ve yasta buluşuyor. Klasik ideolojik Sol, Sağ gibi veya özcü bayrak, din, dil, etnisite gibi kimlik milliyetçiliği siyasetlerinin öne çıkardığı değerler, toplumdaki birleştiricilik vasfını çoktan yitirmiş. Hatta bölmüş olan milleti, bu acı veren boşluk duygusu ve varoluşçu gelecek endişesi, yek vücut olarak yeniden bir araya getiriyor.
(4) Baki: Ayrıca, son güncel tablo, “kriz” söylemindeki gibi akut veya geçici değil. Aynı nakarat, ülkenin öznel siyasi tarihinde, sayısız kereler tekrarlanmış, inkar edilmiş veya unutulmuş. Dahası, yeni formlar alarak neredeyse düzenli aralıklarla (“darbe kültürü” gibi) tekrarlanmış. Hatta onsuz olunamaz olmuşsa; yani hatta varlığının sürdürülebilirliği adeta buna bağımlı kılınmış ve yeniden yeniden-üretilmişse eğer, demek ki artık o kronik. Söz konusu olan durumsallık değil, süreklilik.
(5) Olağan: Başka bir deyişle de bu kalıcılık olağan. Türkiye’nin kolektif siyasipsikolojik kimliği bu. Yani “evrenselmiş gibi” varsayılan standart ölçütlerce, el aleme ve kendine “anormal” veya “hasta” imiş gibi görünebilen de bu. Kendini dünya önünde hep, kronik olarak ezik ve güçsüz hissettiren de aslında onun kendi “normal”i.
(6) Yarılmış: Türkiye Cumhuriyeti daha en başından farklı siyasipsikolojik ve sosyokültürel açılardan parçalı bir temel donanımla yola çıkarak bugünlere geldi. Resmi ideolojisiyle yüzünü Batıya dönmüş olduğu halde, modern ulus-devletin yüzyıllık siyasi tarihinde, cumhuriyet rejimi ile sosyal demokrasinin tüm gereklerini bir türlü uzlaştıramadı. Zorlu demokratikleşme sürecinde gelişimsel toyluğu ile toy başa çıkamadıklarını bastırdı, yok saydı veya görmezden geldi. Hızlanmış küreselleşmeye paralel olarak, liberal demokrasilerden biraz daha feyz alması ve 21. yüzyılda demokrasinin daha da güçlenmesi umulurken, tam tersi oldu: Modernleşmenin, bütüncülleşmeye doğru önce ayrışmadan sonraki bölünme aşamasında takılındı; ört pas edilmiş derin yarık açığa çıktı.
(7) Sınırda: İster Batı akılcılığının normatif ve popülasyoncu bilimciliğinin, ister siyasi İslamcı ve takiyyeci popülizmin peşinde kamplaşmış veya bunların tamamen dışında kalmış olsunlar, zihinler bulanık. Ancak, buhrana esas sebebiyet veren, kolektif bilinçdışı imgelemler olarak, bir yanda başat devlet “baba”, diğer yanda bastırılmış ulus “ana” arasında kalmaktan kaynaklanan derin duygusal boşluk ve karışıklık. Yani tam “sınırda” veya arafta; iki arada, bir derede kalma hali.
BÜYÜK FIRSAT
Öte yandan, bugün Türkiye’nin tüm bu sıkışmışlık içinde yakalamış olduğu fırsat ise, “çok uzun geçmişli, ama yüzyıl gibi kısa tarihli” toy ve demokrasisi emeklemekte olan bir ulus-devlet olarak, böyle bir durumla ilk kez karşılaşıyor olması. Bu (mikro-mezzo-makro ilişkisel) anlatı açısından ise mevcut “sözde krizin” tanısı da şu: Olağan, yani toplumsal gelişmenin gereği olarak sahici bir özneleşme (“büyüme ve olgunlaşma”) talebi. Dolayısıyla, panik veya endişeye de hiç gerek yok. Ancak, boğucu ve kasvetli bir girdap gibi yaşanan bu tabloda şaşılacak pek bir şey olmasa da, tercihler gerçekten de kritik.
Fakat ne iyi ki, Türkiye’nin tüm kırılganlığına rağmen bu süreci, mevcut koşullarda başarı ile geçirebilmesi için elinde iki de, birisi “iç”, diğeri “dış” (aslında ilintili ve birbirini karşılıklı belirleyen) ilişkilerinin yönetimi açısından, önemli şans kartı da var:
(1) Hazır oluş: İçerde, insanların bireysel anlamda özgürleşmeye ve dünyada kendine sunulandan çok daha iyi yaşam biçimi ve toplum düzeni seçeneklerine olan talebi oldukça yoğun. Toplum, yekvücut demokratikleşmeye hem duyuşsal, hem de bilişsel anlamda öğrenerek gelişmeye, kendisiyle yüzleşerek tanışmaya yeterince hazır. Zira, gerek Cumhuriyet ideolojisinin dayattıklarını sorgulamamış, görev bilinci yüksek ve Batıyı idealize etmiş yurttaşlar; gerekse yıllardır seçkincilerce yok sayılmış ve bastırılmış duyguları, değerleri popülist siyasetlerle sömürülmüş halk kesimleri, çok daha iyi bir geleceği hak ettikleri konusunda hemfikirler.
(2) Esneklik: Dışarda, COVID ile birlikte, ABD’si, AB’si, Çin’i, Rusya’sı, Hindistan’ı ve diğerleri, kısacası geçmişin veya geleceğin süper güçlüsü diye model alınan ve onlara biz model olacağız diye güçsüz sanılan tüm dünya ülkeleri de önemli bir sınavdan geçiyorlar. Onlar için oldukça yeni olan otoriter kutuplaşma ve yarılma tablosu, aslında Türkiye’nin yukarıda değindiğim kolektif sosyokültürel yapısal ve siyasipsikolojik kodlarında gömük ve aşina olduğu bir özelliği. Bu onun özbenliği ve gerçek gücü: Esnekliği ve dinamik koşullara çabuk uyum sağlayabilen kıvrak, yaratıcı ve pratik “kolektif zekası”.
O halde, biz de, Türkiye, her iki elindeki koz kartlarını önümüzdeki dönemde ne şekilde iyi oynanabilir konusunda birlikte düşünmeyi ve diyaloğu sürdürelim. Zira, birinci elini, yeraltından bir dip dalga gibi gelen videolar, adamakıllı titretmeye devam ediyor. İkinci el için ise “24 Nisan” sismik sinyalleri, olağan yıllık takviminden bile çok önce gelmiş olduğu halde, Biden’ın hangi dünya, AB ve Türkiye kartlarını açarak nasıl sarsacağı bekleniyor. Kısacası işte artık, Türkiye’nin de eldeki kartlarının farkına varmanın, yeniden karmanın, küyerel (glocal) oyunun adını doğru koymanın ve kuralına göre iyi oynamayı öğrenmenin tam da ideal zamanı.
* Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi
(1) https://www.politikyol.com/demokrasi-ve-anti-demokrasi-paradoksu/
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.
Popüler Haberler
Atatürk Havalimanı Katliamı: Ağırlaştırılmış müebbet alan IŞİD'liler tahliye edildi
'Ölünce beni kim yıkayacak?': TRT'nin reklam panoları tepki topladı
Komisyonda mikrofonlar açık unutuldu: 'Çok yanlış yaptı Bakan Hanım'
AK Partili Belediye Başkanı, AK Parti ilçe başkanını Ülkü Ocakları üyelerine dövdürdü
Bakan Fidan: HTŞ, yıllardır bizimle işbirliği içinde oldu
İstanbul'da deprem meydana geldi