Aydan Gülerce Bugün tüm dünya, yani küresel ölçekte, gerek insanlığın kolektif bilinci, gerekse  Yerküre’deki maddi var oluşunun sınırları anlamında, son derece kritik bir dönüşümsel döneme girmiş durumda. Bunun en belirgin gösterge metaforu ise COVID pandemisi elbette. Artık dillere pelesenk olmuş haliyle, bu son salgın baş göstermeden önceki mevcut dünya düzen(sizliğ)i kalın çizgilerle gözler önüne serildi. Başka bir deyişle ve genel anlamda, bugüne kadarki ülkeler, küresel kuruluşlar, gruplar, bireyler arasındaki her türlü eşitsizlikler, yetersizlikler, haksızlıklar, dengesizlikler, sömürüler,  kısacası tüm sakatlıklar ve olanaksızlıklar iyice ortaya çıktı. Yanı sıra, her türlü tarihsel, manevi, maddi ve zihinsel kazanımlar da sınanmaya başlandı. Dolayısıyla da kolektif değişim süreçleri yeni bir ivme ve yön kazandı, hatta göreli olarak hızlandı. Tarihsel sürece bakışınız, ön kabulünüz veya bilgileriniz;  tek bir merkezden veya çok merkezden çevreye yayılmacı olabilir. Her halükarda, toplumların eşit veya aynı tarihsel koşullarda gelişmeyerek, aynı dili konuşmayarak, aynı yerel kültürleri paylaşmayarak bugüne geldikleri malum. Fakat henüz pek o kadar malum olmayan başka bir husus var. Bu kadar farklılık ve çeşitlilik tablosu arkasına saklanan veya altında kalan ve de ancak makro ve akademik disiplinler ve ulus-devletler ötesi bir tarihsel yaklaşımla görünür olabilecek bir “kader ortaklığı”:  İnsanlığın dürtüsel, zihinsel ve ahlaki gelişiminin, mutlak ve evrenselci olmasa da, yerele göre kolay kolay da değişmeyen kolektif süreci ve dönüşümsel dönemi. Değişen sadece onun anlatısı, yani tarihin okunuş ve yorumlanış biçimi. Yine zaman-alan sınırı oldukça dar olmasına rağmen, bu yazı için böyle geniş açılı ve soyut bir girişe gereksinim duymamın tek bir sebebi var: Bir an evvel Türkiye’nin bugünkü dar bir bakış açısına ve siyasi çekişme alanına hapsolmuş ve somut problemlerine dönmek. BEN-(DEVLET)MERKEZCİLİK Bugün genel olarak Türkiye’nin toplumsal siyasi tablosu, gerek “resmi”, gerekse “alternatif” tarih yazımları ile son derece “kendine-odaklı”, “içe-kapanık” ve “ben-(devlet)-merkezci” görünüyor. Başka bir deyişle ve sonuç olarak, onun başka toplumların tarihsel dönüşümlerinden bihaber olması; kendi toplumsal gelişimini  onlarınkilerle eşzamanlı okuyup gerçekçi anlamlandırabilmesini de engelliyor. Geleceğe dönük beklenti veya projeksiyonlarını da belirliyor elbette. Zira, kendi sınırlarını, yani güçlü ve güçsüz yanlarını, farkına varmasını ve başka ulus-devletler arasında kendini gerçekçi bir şekilde konumlandırmasını öteliyor. Dolayısı ile, hem “dış ilişkilerindeki” ve hem de kaçınılmaz olarak onunla aynı gelişimsel nitelikte olan “iç işlerindeki” sosyal müzakere becerilerinin kurumsallaşmasındaki  gecikmeleri de açıklıyor. Böylece Türkiye, kendine “akran” saydığı veya ilişkiler ağı içinde bulunduğu tüm diğer ülkelerin de benzer süreç ve deneyimlerden geçtiğini, hala da mücadele etmekte olduğunu, neden ve nasıl farklı çözümler veya yeni sorunlar ürettiklerini görüp, öğrenemiyor. Zaten henüz değil eleştirel düşünmeyi ve düşünümsel (refleksif) olabilmeyi, “öğrenmeyi öğrenememiş” durumda. Örneğin, bugün tüm dünyadaki toplumların, popülist ve araçsal demokratik yönetimlerin ötekileştirme siyasetleri ile ciddi kutuplaşmalarla neredeyse yarı-yarıya bölünmüş olmaları rastlantısal değil. “İleri demokrasilerde” faşizan eğilimli despotik liderlerin türemesi rastlantısal değil. Trumpizmin ve Erdoğanizmin eş zamanlılığı, bunun yanısıra kurumsalı takmayan ve kayıt-dışı kişiselleşmiş siyasetlerin, görünmeyen ilişkilerin ve kıtalararası gayri-meşru devlet yapılanmalarının dikkat çekici tırmanışı tesadüf değil. Temsili demokrasi oyununda, otoriter iktidarları onlardan geri almak üzere ideolojik benzemezlikleri olan siyasi partilerin yapay ittifak mücadeleleri tesadüf değil. Son İsrail seçimleri örneğinde ise (siyasi işlev, dışlanmışlık ve kimlik siyaseti anlamında bizdeki HDP muadili olan), “kilit roldeki” ve meşru Raam (Arap) partisinin, salt uzun süre iktidarda kalmış Netenyahu’dan kurtulmak için koalisyona alınması gibi araçsal demokrasinin stratejik taktikleri de tesadüf değil. Bu genel ve hızlı özet tablo içinde bizi en çok ilgilendiren ise şu sorular: Türkiye’de nasıl oluyor da geniş halk kitlesi “ortak kaderini” doğa/insan üstü güçler atfedilen tek bir adamın iki dudağı arasına teslim ediyor? Ülke, sürekli olarak kendini olumlayan bu zihinsel saplantıdan ve edimsel donukluktan nasıl çıkabilir? Bizi yakın ve orta vadede ne gibi yapısal/sistemik değişimler bekliyor? Bu sorulara önceki başka yazılarda da değinmiş olarak ve elbette sonra da birlikte düşünmeyi ve tartışmayı sürdürmek üzere, şimdi sadece ikinciye değinelim biraz. KOLEKTİF DUYGUSAL VE ZİHİNSEL KONUMLANIM Hatta meseleye biraz daha yakından bakarak iki önemli hususta odaklanalım. Tabii her ikisi vesilesi ile, bizde de tanınmış ve son İsrail-Gazze krizinde ismi sosyal medyada tekrar gündeme gelmiş olan, Edward Said’i analım: (1) Onun, sömürgecilik ve ötesi yazınında bolca referans kadar, farklı sebeplerle eleştiri de almış olan Oryantalizm (Şarkiyatçılık veya Doğuculuk) meselesi. (2) İlki kadar bilinmeyen, ancak kanımca ondan daha bile önemli bir tespiti: Modernizmin en önemli ayırt edici göstergesi olarak, 20. yüzyıl tarihinin, akademik disiplinlerin ihtisaslaşma tarihi olduğu vurgusu. Makro-mezo-mikro tarihsel, kuramsal ve toplumsal çözümlemeler açısından, bu iki husus birbirleriyle iç içe ve doğrudan ilişkili değil sadece: Hem Türkiye’nin bugünkü genel tablosuna da damgasına vurmuş çok yönlü eziklik duygu durumundan,  hem de bunun belirlediği siyasi kimliğinden toplumsal sorunlarla başa çıkış ve mücadele tarzına kadar, oldukça anlamlı ve açıklayıcı. Üstelik, kolektif veya bireysel zihnin kolonizasyonu veya emperyalizasyonu, bir zamanlar kendisi imparatorluk olan ve asla başkasının sömürgesi olmamakla, bağımsızlık savaşı ile gurur duyan Türkiye toplumu için son derece önemli. Oysa, bugün Türkiye’de, hem de “ilerici” geçinen  veya “ilerlemek isteyen” kesimler, eskiye bakılmasından hoşlanmıyor. Hele önceki iktidarlar veya Osmanlı ile “devamlılık” gibi görünebilecek konulara değinilmesine hiç tahammül edemiyor. Mevcut iktidarın kötü ve anti-demokratik yönetimini haklı, meşru veya mazur gösterirmiş gibi sanki! Öte yandan, soyut ve kuramsal meselelere, her iki siyasi kutup da refleks olarak aşırı tepki gösteriyor. Nitekim, esas süreklilik gösteren ve siyasete egemen kolektif zihniyetin ve toplumsal gelişmenin türü veya konumlanış düzlemi tam da bu: Ben-merkezcilik ve ona eşlik eden; sığ ve şimdi-ve-buradaki somut ayrıntılara takıntı ve ikicil (ya/ya da) problem çözme becerileri. Henüz bunların ötesine geçemiyor veya “kuramsal pragmatizmi” ve dönüştürücü praksisi kafası almıyor gibi sanki! (“Türkiye’nin entelektüel içgörüsü ve öngörüsü- II” ile devam edecek.) *  Prof. Dr. Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.