Yeni uzlaşıcı bir siyaset anlayışını ne yazık ki taşra tarikat cemaatleri ve entelektüel önderliğe ihtiyaç duyamayan Anadolu kaplanları, Anadolu’nun tarihsel mirası ile yüzleşemeden anlayamayacaklardır. Türk Sağından ağır bir ağabeyi ile yıllar önce İstanbul’a olan taşra göçü ve şehrin gecekondulaşmasını değerlendirirken, “aman evlat bu iyi bir şey siyaset-devlet teşviki böyle, şehir şiştikçe megalo iddiası olan Helenlerin ütopyaları tamamen yok olmakta” ifadesini kullanmıştı. Doğrusu böyle bir güvenlik anlayışını biraz garipsemiştim. Zira taşra Anadolu’sundan düzensiz göçler, kadim imparatorluğun tarihsel merkezini sadece kasabalılaştırmakla kalmıyor, ortak kent kimliğini de yok ediyordu. Bugün baktığınızda popülist dışlayıcı ve mesleksiz siyasetin coğrafyası bu taşra olarak gözükmekte. Sağ siyasetçiler bu alanda söylevlerine tarihsel ve ülke gerçeklerinden ziyade  buradaki saha gerçeğine göre ayar vermek durumunda. Anadolu hep taşra mıydı? Tabi ki değildi. Milattan önce ve sonrasına baktığınızda Anadolu inançlar, uygarlıklar ve ticaret merkezi olma özelliğini taşırdı. Bugün bile son yüz elli yıllık arşivlere baktığınızda Merzifon, Erzurum ve Diyarbakır dahil irili ufaklı yerleşim merkezlerinde kültürel çeşitlilik, iddialı okullar ve ticari aktiviteleri görebiliyordunuz. Şehirlerin kimlik mimarileri, yerli-yabancı okulları, zanaat mekanları ve farklı dinlerin ibadet yerleri sizlere bunları yansıtıyordu. Vilayetlerin iletişimde olduğu Tebriz, Musul, Halep ve Bakü gibi merkezlerin Anadolu’ya karşılıklı etkileşimleri de birbirlerinin kültürel ve ticari hayatlarını besliyordu. Anadolu’da sadece Ermeni, Süryani ve Rum değil Türk ve Kürt burjuvaları da kültür, estetik ve uluslararası ticaret hayatında ön plana çıkıyorlardı. İmparatorluğun en uzun yüzyılının sonlarına doğru Anadolu’da gayri Müslimlere karşı A.B.D, Rusya ve İngiltere gibi güçlerin siyasi ve kültürel ilgileri artmıştı. Erzurum, Merzifon ve Van’da bile A.B.D ve Britanya misyonları konuşlanmıştı. Bu aşırı baskı kültürel ve ticari hayatı zenginleştirmekle beraber idari yapısı zayıflamış Osmanlı güvenlik bürokrasisini haklı olarak rahatsız etmekteydi. İmparatorluk sona giderken yönetim artık farklılıklara ortak bir aidiyet paradigması üretemiyordu. Hamidiye ve hapishane taburları işin en kolayıydı. Anadolu yeni bir kimliğin inşasında en güvenli coğrafyaydı. 1914’lerden 20’lerin ortalarına kadar sürecek sonuçlarını kuşaklardır yaşadığımız tehcir ve mübadele, savaş koşulları ve ulus devlet sürecinin kemoterapisi olmuştu. Bu kemoterapide kaybedilen, sadece 1,5 milyona yakın gayri Müslim Osmanlı vatandaşı değildi, kaybedilen Anadolu insanının sanatı, estetiği, ticaret kapasitesi ve ötekine karşı hoşgörüsüydü. Musul, Tebriz, Halep ve Bakü gibi merkezlerle de çizilen katı ulus devlet düzeninin sınırlarının akışı kesmesi de bu işin cabası idi. Bugünkü mesleksiz, komplocu, dışlayıcı taşra milliyetçiliğinin gücünün arka planında da o günlerin izleri yatmakta. İttihat ve Terakki ve bugünkü devletimizin ideoloğu Ziya Gökalp’te bu durumun farkındaydı. Öyle ki Gökalp 26 Eylül 1918’deki Yeni Mecmua makalesinde bir devlet içinde yaşayan tüm etnik unsurların milli kültürlerini geliştirme gereğine işaret ederek toplumsal sözleşmeyle bunun ortak bir aidiyete zarar veremeyeceğini de vurguluyordu. Gökalp ortak harç olarak tanımladığı bu sivil dinin üst çatısını da Osmanlılık veya Türklük olarak tanımlıyordu. Parayı ve siyaseti kullanan görgü sorunlu yeni sınıfların tarihsel gerçekliğini bu tartışmalarda aramak gerekmekte. Yeni uzlaşıcı bir siyaset anlayışını ne yazık ki taşra tarikat cemaatleri ve entelektüel önderliğe ihtiyaç duyamayan Anadolu kaplanları, bu tarihsel miras ile yüzleşemeden anlayamayacaklardır. Bu ısrar sürdükçe, Taşra kentin ve siyasetin merkezinde de olsa, niteliksiz zenginleri ve siyasetçileri ile hep taşra kalacaktır.