Gerçekten de hemen hemen hepimiz öfke anlarında karşımızdakini suçlarız. Hâlbuki aynı olaya maruz kalan insanlardan birisi gülümseyerek bu olayı karşılarken bir başkası bağırarak ve kavga ederek karşılık verebilmektedir.Örnek olarak öfke konusunu ele alırsak, başkalarının davranışları bizde birtakım duyguları uyandırabilir ama genellikle duygularımızın nedeni değillerdir. Aslında hiçbir zaman yalnızca başka birinin söylediği veya yaptığı bir şey yüzünden öfkelenmeyiz. Diğer kişinin davranışını bizi uyaran bir etken olarak tanımlayabiliriz ama uyaran davranış ile neden arasında net bir ayrım yapmamız çok önemlidir. Duygularımızın nedeninin, başka kişilerin davranışları değil de daha çok kendimizin karşılanmamış ihtiyaçları olduğunu düşünerek olaylara yaklaşabilirsek çok daha olumlu ve yapıcı sonuçlara varacağımızdan emin olabiliriz. Bu açıdan bakıldığında başkalarıyla ilişkilerimizin sağlıklı olabilmesi için en temel olarak kendi duygularımızın sorumluluğunu almayı bilmemiz ve herhangi bir bağımlılık durumu varsa onlardan kurtularak duygusal kölelikten duygusal özgürlüğe geçişi sağlamamız gerekiyor. Bu, hem bizim kendi varlığımızı koruyarak ilişkide yer almamız hem de diğer insanları kendi gerçekleriyle kavrayabilmemiz için oldukça önemli bir adım. Özellikle karşımızdaki insanın gerçekte ne yaşadığını anlamak için çok net ve belirgin bir empati duygusunun yaşanması gerekiyor: “Empati, başkalarının yaşadıkları her ne ise, onu saygıyla anlama halidir. Çinli filozof Chuang-Tzu, gerçek empatinin tüm varlığımızla dinlemeyi gerektirdiğini söyler. “Sırf kulakla duymak bir şeydir. Zihinle anlayarak duymak başka bir şeydir. Ancak ruhla duymak, kulak ya da zihin gibi tek bir duyuyla sınırlı değildir. Dolayısıyla bütün duyuların boş olmasını gerektirir. Ancak bütün duyular boş olduğunda tüm varlıklar dinleyebilir. İşte o zaman, hemen önümüzde duran, ama asla kulakla duyulamayacak ya da zihinle anlaşılamayacak olana yönelik doğrudan bir kavrayış yaşanır.” İnsanları dinlerken sözleri üzerine düşünerek anlattıklarını kafamızdakilerle ilişkilendirmeye çalıştığımızda insanlarla gerçek anlamda birlikte olmayız, ancak birer seyirci oluruz. Dolayısıyla empatinin kilit unsurunun anda, orada, karşımızdakinin yanında olma hali, yani mevcudiyettir. Empati yaparak, karşımızdakine ve onun yaşadığı deneyime tüm varlığımızla eşlik ederiz. Sağlıklı bir iletişim için başkalarıyla ilişkilerde dikkat etmemiz gereken noktaların çoğu öncelikle kendimizle ilişkimizde de geçerli. Özellikle özsaygı ve kendine güven konularında oldukça sıkıntılı bir coğrafyada yaşadığımızı düşünürsek kendimize göstereceğimiz şefkat çok daha yaşamsal nitelikte. Rosenberg bu konuyla ilgili olarak şu uyarıları yapıyor: “Çoğumuzun bize sınırlarımızı gösteren ve gelişimimize rehberlik edebilecek hatalarımızdan yararlanmak yerine kendinden nefret etme batağına düşmesi son derece acıklı bir durumdur. Değişimin, utanç ve suçluluk duygusu gibi yıkıcı enerjilerden değil, kendimiz veya başkaları için hayatı zenginleştirme arzusundan kaynaklanmasını tercih ederim.” DOĞRUYLA YANLIŞIN ÖTESİNDE BULUŞALIM Pek çoğumuz ihtiyaçlarımızı ifade etmekte büyük zorluk yaşıyoruz. Kızgın bir dil, sinirli bir ruh hali, hakaret ya da bizi birbirimizden uzaklaştıracak başka yollarla iletişim(sizlik), öğrenilmiş davranışlardır. İletişim kopukluklarını ve çatışmaları şiddetsiz iletişim yöntemiyle çözmek istiyorsak, insanların kendilerini ifade etme biçimlerinin ötesinde dile getirdikleri ihtiyaçları duyabilmek için kendimizi eğitmemiz ve her türlü mesajın bir ihtiyacın ifadesi olduğunu anlamaya çalışmamız gerekiyor. Rosenberg’in dediği gibi: “Hepimiz insan olarak bizi sınırlandıran şeyleri, iyi niyetli anne babalardan, öğretmenlerden, din adamlarından, okullardan ya da başkalarından öğrenmişizdir. Nesiller, hatta asırlar boyunca aktarılan bu yıkıcı kültürel öğretilerin çoğu yaşamımızın içine o kadar işlemiştir ki artık bunların bilincinde bile değilizdir. Aynı şekilde bu kültürel koşullanmaların doğurduğu acı, hayatımıza o kadar yerleşmiştir ki artık onun varlığını fark edemeyiz. Bu yıkıcı öğrenmenin farkına varıp onu yaşama değer katan, hizmet eden düşünce ve davranışlara dönüştürmek büyük bir enerji gerektirir. Bilincin ışığını bu koşullanmanın üzerine tutmak, üzerimizdeki hakimiyetini kırmanın da kilit adımıdır.” Dolayısıyla şiddetsiz iletişim için yüzeyde görünenin altına ulaşmamız, içimizdeki canlı hayatı keşfetmemiz ve tüm eylemlerimizin karşılanmamış ihtiyaçlarımıza dayandığını görmemiz gerekir. Özetin özeti olarak da Mevlana’nın şu sözlerini rehber olarak alabiliriz sanırım: “Doğru ile yanlışın ötesinde bir yer var. Seninle orada buluşalım.” --- * Şiddetsiz İletişim: Bir Yaşam Dili, Marshall B. Rosenberg, Çeviren: Gizem Alav Şapçı, Remzi Kitabevi, 2019
Şiddetsiz iletişim: İletişimde şiddet yerine şefkat
M. Cem Özmen
Başkalarının davranışları bizde birtakım duyguları uyandırabilir ama genellikle duygularımızın nedeni değillerdir. Aslında hiçbir zaman yalnızca başka birinin söylediği veya yaptığı bir şey yüzünden öfkelenmeyiz.
Yaşadığımız coğrafyada bunun komik bir başlık olduğunun farkındayım. Her tarafımızın şiddet ile sarmalandığı, neredeyse içinde şiddet olmayan tek bir dakikamızın geçmediği bir ülkede sen neden bahsediyorsun kardeşim, diyebilirsiniz. Haklısınız. Fiziksel şiddeti bir yana günlük yaşantımızda her an karşılaştığımız duygusal, sözel şiddete baktığımızda, durum daha da vahim. Sürekli insanların birbirine karşı bir öfke, kıskançlık, kin duygularıyla hareket ettiği, çevremizin bağırma, azarlama, nefret söylemi, kavga, dövüş, kadın cinayeti, işkence, ölüm, savaş vb. haberleriyle çevrildiği bir dönemden geçiyoruz. Şiddeti içinden çıkarırsak elimizde hiçbir şey kalmaz diyebilirsiniz. Çok haklısınız. Gerçekten de durum böyleyken şiddetsiz iletişim gibi bir beklenti, bataklıkta gül aramaya benziyor sanki.
Öyle ama bir yandan da hayat devam ediyor. Charles M. Shultz’un Snoopy animasyonunda dediği gibi:
- Bir gün hepimiz öleceğiz Snoopy.
- Haklısın, ama diğer günlerin hiçbirinde de ölmeyeceğiz.
Mademki ölene kadar yaşayacağız, o zaman kalan günlerimizi mutlu yaşamak hakkımız. Dolayısıyla yine de bu konular üzerinde düşünmeye, şiddetsiz bir yaşam olabilir mi acaba diye kafa yormaya değer.
Konu hakkında enine boyuna kafa yoranlardan birisi de Marshall B. Rosenberg. “Şiddetsiz İletişim: Bir Yaşam Dili”* adlı kitabında Rosenberg, ‘şiddetsiz iletişim’den ‘şiddetsiz yaşam’a konunun birçok yönünü ele alıyor, günlük yaşantımızda uygulayabileceğimiz bir dizi öneride bulunuyor.
M.B. Rosenberg, Amerikalı bir psikolog. 1960’lı yıllardan başlayarak şiddetsiz iletişim konusunda çalışmaya başlamış. Uzun yıllar boyunca çok değişik ülkelerde iletişim konularında hem dersler vermiş hem de doğrudan pratik sorunlara yönelik terapi, çatışma çözümü ve arabuluculuk konularında danışmanlık yapmış. Dolayısıyla hem teorik birikimiyle hem de yaşamın içinden gelen pratik deneyimiyle önemli referans kişilerden birisi haline gelmiş. Kitap da şiddetsiz iletişimle ilgili referans sayılabilecek kaynaklardan birisi.
ŞİDDETSİZ İLETİŞİM NEDİR?
Rosenberg’in kitabının Yeni Basıma Sunuş adlı bölümünde konuyla ilgili çalışmaları da bulunan Vivet Alevi, şiddetsiz iletişimi şu şekilde tanımlanıyor:
“Şiddetsiz iletişim, kalpten yaşama sanatı aslında. İçimizde canlı olan hayatı dürüstlükle, açık kalple tam olarak ifade edebilmek; aynı zamanda da karşımızdaki insanların içindeki canlı hayatı anlamaya yönelmek, merak ederek bağlantı kurmaya çalışmak. Yani şiddetsiz iletişim, aynı zamanda ilişki kurma sanatı.”
Yine kitabın önsözünü yazan Arun Ghandi (Ünlü insan hakları ve özgürlük mücadelecisi Mahatma Ghandi’nin torunu) şiddetsiz iletişimle ilgili olarak şunları söylüyor:
“Dedemden öğrendiğim pek çok şeyden birisi de, şiddetsizliğin derinliğini ve kapsamını anlamak ve hepimizin şiddet dolu olduğunu, bu yüzden de önce kendi davranışlarımızın niteliğinde bir değişim yaratmamız gerektiğini kabul etmekti. Çoğu zaman içimizdeki şiddeti kabul etmeyiz, çünkü bu konunun farkında değilizdir. Şiddet barındıran biri olmadığımızı varsayarız, çünkü bizim için şiddet demek kavga, cinayet, dayak, savaş demektir ve bunlar da normal insanların genelde yapmadıkları şeylerdir.”
Gerçekten de örneğin çoğumuz için düşünmeden verdiğimiz cevaplar ve otomatikleşmiş davranışlarımız yaşantımızda o kadar büyük yer kaplıyor ki neredeyse özgün, bize ait, bizim ürettiğimiz hiçbir görüş ve davranış yokmuş gibi görünüyor. Her durum, konu veya soru için hazır sözler, görüşler, yanıtlarımız var. Yeri geldiğinde herkes kendisine uygun cümleleri alıp kullanıyor. Bir tür askıda söz, askıda düşünce durumu gibi. Böyle olunca da birbirinin aynısı sözleri/cümleleri söyleyen bir sürü aynılaşmış insan görüntüsü ortaya çıkıyor. Ayrıca kendi söz dağarcığından olmayan insanları dışlayan ve düşmanlaştıran bir anlayış gelişiyor. Belki daha da kötüsü çoğumuz, bize ait olmayan bu söz ve düşünceleri ifade ettiğimiz için kendimize bile yabancılaşan insanlara dönüşüyoruz.
Muhatabımızı gerçek anlamıyla dinleyip, onu anlayıp, onun üzerinde düşünerek bir görüş oluşturma süreci çok karşılaştığımız bir durum değil ne yazık ki. Onun yerine karşıdakinin sözlerinden hızlıca bir ipucu çıkarmaya ve ona karşılık hemen hazır cevaplarımızı yapıştırmaya çalışıyoruz.
Şiddetsiz iletişimi en genel anlamda iletişimde şiddeti değil de şefkat duygusunu esas alan bir yaklaşım olarak nitelendirebiliriz. Yani karşımızdaki insanlarla olumsuz duygular (bıkkın, endişeli, gergin, güvensiz, mutsuz, öfkeli, sabırsız, sinirli, umutsuz, yalnız vs.) üzerinden değil tam aksine olumlu duygular (canlı, güvenli, hevesli, huzurlu, ilgili, iyimser, neşeli, rahat, sakin, umutlu, şükran dolu vs.) üzerinden geliştirilen bir dil.
Böylece kendi değerlerimizden ödün vermemize gerek kalmadan karşımızdakini empati ile anlayabilir ve karşımızdakini suçlamadan gerçek duygu ve ihtiyaçlarımızı açık yürekli bir dürüstlükle ifade edebiliriz. Bu da ilişkilerimizin niteliğini temelinden düzeltmemize katkıda bulunur.
ŞEFKATLİ İLETİŞİMİ NELER ENGELLER?
Rosenberg, insanlar arasındaki ilişkilerde şefkatli iletişimi engelleyen etkenleri sayarken hayata yabancılaştıran iletişim biçimlerinin altını çiziyor:
“Birçoğumuz, bizi ne hissettiğimizin ve neye ihtiyacı olduğumuzun farkında olmaya yönlendiren bir dille değil, etiketlemeye, karşılaştırmaya, talep etmeye ve yargılamaya yönlendiren bir dil ile büyüdük. Söz konusu görüşler, doğuştan kötü ve kusurlu olduğumuzu, doğamızın kontrol altına alınabilmesi için eğitime ihtiyacımız olduğunu vurgular.”
Yine bu etkenlerden olan gereklilik ve zorunluluklarla ilgili olarak şunları söylüyor:
“İnsanlar yanlışlık ve kötülük ima eden ahlakçı yargılarla düşünme yolunda ne kadar eğitilirlerse, neyin doğru ya da yanlış, iyi veya kötü olduğunu tanımlamak için dışarıya -çevrelerindeki otorite figürlerine- bakma yolunda o kadar eğitilmiş olurlar. Biz insanlar duygularımızın ve ihtiyaçlarımızın farkında olduğumuzda artık iyi köleler ve emir kulları olamayız.”
Gerçekten de çoğu toplumda kutsallaştırılan birçok kavram, kurum ve kategori vardır: Gelenek, yaşlılar, atasözleri, din, askerlik vd. gibi. Bunlar üzerinden oluşturulan ciddi bir şiddet dili hayatımızın her alanında karşımıza çıkmaktadır. Geçmişten, kültürden, dinden, okuldan, toplumdan, aileden aldığımız her şey hayatımızı kolaylaştırmıyor. Tam aksine, içinde taşıdığı ‘olumsuz duygular’la yaşantımızı ve ilişkilerimizi zorlaştırıyor.
DUYGULARIN KÖKENİNDEKİ İHTİYAÇLAR
Rosenberg, başkalarıyla ilgili yaşadığımız her türlü duygunun -özellikle öfke, kızgınlık, kin, nefret, vb.- altında karşılanmamış ihtiyaçlarımızın olduğunu iddia ediyor:
“Başkaları hakkındaki yargı, eleştiri, teşhis ve yorumlarımızın tümü, hayatta karşılanmamış ihtiyaçlarımızın ifadeleridir. “Beni hiç anlamıyorsun” diyen birisi, aslında bize, kendisiyle ilgili -muhtemelen bizimle ilgisi de olmayan- bir anlayış ihtiyacının karşılanmadığını söylemektedir.”
Gerçekten de hemen hemen hepimiz kızgınlık, öfke, bağırma, kavga vd. anlarında genellikle karşımızdakini suçlar ve onun davranışlarından kaynaklanan bir nedenle böyle bir duyguyu yaşadığımızı düşünürüz. Hâlbuki aynı olaya maruz kalan insanlardan birisi gülümseyerek bu olayı karşılarken bir başkası bağırarak ve kavga ederek karşılık verebilmektedir. İnsanların özellikle aynı olaylara bu derece farklı tepkiler veriyor olmalarının en temel nedeninin, yaşanan olaydan çok her birimizin iç dünyasının karmaşıklığının, kırılganlığının ya da karşılanmamış ihtiyaç ve duyguların olduğu söylenebilir.
Yorumlar
Popüler Haberler
Deniz Zeyrek, Sözcü gazetesinden ayrıldı
MHP'li vekillerin istifa gerekçesine PolitikYol ulaştı: VIP altın kaçakçılığı
Yasadışı bahis soruşturmasında yeni dalga: 7 fenomene yakalama kararı
Sivas’ta dershane bulunan binada yangın: Bir öğretmen öldü
Selçuk Üniversitesi, mutluluğun formülünü aramayı bıraktı
Liderlik hayali kuran Türkiye, puansız Karadağ'a takıldı