“Ben iyiyim ama koşullar beni bozuyor.” ya da “Kandırıldım, kötülük yaptım.” tarzı ifadelerin gerekçe olamayacağına, ‘iyi insan’ olmanın ya da en azından kötücül hareketlerde bulunmamanın bizim elimizde olduğuna inanıyorum.
Ne olacak bu memleketin hâli?
Bu kadim sorunun cevabını bulmak için daha uzun süre konuşacağız gibi görünüyor. Konuşurken de bol bol işin coğrafyasına, kültürüne, siyasetine, sosyolojisine, ekonomisine değineceğiz tabi. Özellikle seçim sonrası hayal kırıklıklarının devam ettiği şu günlerde bu konulardan sıkıldığımızın da farkındayım. Onun için ben biraz olayın farklı tarafından bakmayı deneyeceğim. Bizim dışımızda her şey olumsuz da acaba bizler her bakımdan yeterince güçlü ve sağlıklı mıyız? Yoksa bireyler olarak bizde de birtakım problemler olabilir mi? Yaşadığımız bu sorunların özellikle yetiştirilme tarzımızdan kaynaklanan ve çocukluğumuzdan gelen bazı sıkıntılarla ilgisi olabilir mi?
Örneğin bazı hareketler, davranışlar, düşünceler, eylemler var ki gerçekten bunların yapılabiliyor olmasını sadece ekonomi, siyaset vb. dışsal etkenlerle açıklamak da çok mümkün olmuyor sanki. Çok iç karartıcı şeyler söylemek istemiyorum ama örneğin kiralık katillik diye bir ‘iş’ var bu dünyada. Birilerine para veriyorsunuz ve başka birisini (çoğunlukla tanımadığı birisini) öldürmesini istiyorsunuz. O kişi de bunu yapıyor. Bu bir insan. Herkes gibi. Ona kızsak da hakaret de etsek, “O bir insan değil, cani, canavar vs.” desek de o bir insan. Hepimiz gibi.
Veya bebeğini kaybeden bir anne haberini duyduğunda o konuyla ilgili duygularını belirlemek için -farkında olarak ya da olmayarak- annenin kim olduğuna (İsrailli mi Filistinli mi, Alevi mi Sünni mi, Türk mü Kürt mü, bizim partiden mi öbür taraftan mı vs.) bakan ve ona göre o olaya üzülen ya da üzülmeyen (sevinen demek istemedim!) insanlar olabiliyor. Anneyi de bebeği de hiç tanımadığı hâlde. Ve bu davranışta bulunan kişiyle konuştuğumuzda çoğunlukla kendisini iyi, vicdanlı, dürüst, adaletli vs. birisi olarak tanımladığını görüyoruz.
Hatta bu kişilerin genellikle kendi çocukları, eşleri, sevgilileri, anne-babaları da oluyor ve bir sürü insanı da seviyorlar. Yani insansal bir sürü özellikleri, duyguları falan var. Bu olaydaki yaklaşımını bilmesek gayet düzgün, iyi bir insan olarak da tanımlayacağız. Bu insanlar hayatımızın içindeler. Her gün bir sürü şekilde iletişimde bulunuyoruz. Peki bu normal bir durum mu? Bir bebeğin, bir çocuğun, bir annenin masumiyetinden habersiz olmak nasıl bir şey?
Başka bir sürü örnek üzerinde daha konuşabiliriz. Ama amacım insanlara olan inancımızı, güvenimizi sarsmak değil tabi. Tam aksine bizim, herkesin ve özellikle ‘olmaz’ dediğimiz bu davranışları sergileyen insanların davranışlarının altında yatan nedenleri anlamaya çalışmak. Acaba bu kadar kötücül davranışların nedenleri neler? Sadece dışsal etkenler mi var ortada yoksa daha içsel, daha derinde birtakım sorunlar, sıkıntılar nedeniyle mi bu şekilde davranışlar olabiliyor?
Bu tarz sorulara yanıt arayanlardan bir tanesi de Joseph Chilton Pearce. İnsan ve özellikle çocuk gelişimi konularında çalışmaları olan bir yazar. Bugün onun en bilinen kitaplarından birisi olan “Sihirli Çocuk”
*tan bahsedeceğim ve onun üzerinden bu konuları tartışmaya çalışacağım.
Pearce’a göre çocukluk dönemi dediğimiz süreç bir savaş alanıdır; biyolojik planın çocuğu içeriden yönlendiren niyetleri ile dışarıdan kaynaklanan kaygı ve korkuların karşı karşıya geldiği bir savaş alanı. Bu sürecin düzgün yönetilmemesi, insanların hayatı boyunca bu savaş ortamını yaşamasına neden olur. Dolayısıyla hayatı yaşayış biçimimiz, verdiğimiz kararlar, olaylara yaklaşımımız vd. birçok şey bu süreçten etkilenir.
Pearce, insanlar için en temel gereksinimlerden birisi olarak bağ kurmanın -özellikte bebeklikte ve çocuklukta bakım verenle bağ kurmanın- öneminin altını çizer. Buna göre bağ kurma, psikolojik-biyolojik bir hâldir; tüm sisteme bütünlük veren ve onu koordine eden, dolayısıyla da hayatı şekillendiren bir oluştur.
Toplumdaki her bir birey, her birimiz böyle güvenli bir anne (bakım veren) matrisinde, sağlıklı ve güçlü bağlar kurulabilen bir ortamda mı yetiştik? Bu anlamda hepimiz ‘sağlıklı’ mıyız yoksa hâlâ o bağların eksikliğini yaşayan, mutsuz, saldırgan bireyler miyiz?
Pearce’a göre bağ kurma gerekliliği biyolojik açıdan kritik bir önem taşır çünkü yetersiz bağ kurmanın sonucunda yolunu şaşırmış bir biyolojik organizma ortaya çıkar. Doğanın itici gücü, bağ kurmanın başarısız olması halinde yönlendirilmemiş, kontrolsüz bir güce dönüşür ve kişi yörüngesinden çıkmış bir elektrona benzer. Bunun sonucunda bağ kurmamış bir kız çocuğunun örneğin ileride kendi çocuğuyla tam anlamıyla bağ kuramama ihtimali ortaya çıkarken
bağ kurmamış bir erkek çocuk düpedüz aklını kaybeder. Anne matrisinden yoksun kaldığı için diğer matrisleri de oluşmaz ve tüm dengesini yitirerek yaşamı üstündeki kontrolünü büyük ölçüde yitirir. Yaşamının geri kalanını anne matrisine dönmeye ve kendisinde eksik olanları (kişisel güç kaynağı ve güven içinde olacağı yer) bulmaya çalışmakla geçirir. Ya bir vahşi gibi önüne gelene tecavüz eder ya da bunu daha sofistike biçimlerini yapar; teknolojiyi kullanarak, bedenen veya zihnen dünyaya kötülük saçar.
Pearce’a göre bebek, annenin sağladığı alanda özerklik kazanır ve ondan ayrılarak bağımsızlığını elde eder. Anne, bebeğin herhangi bir anda geri çekilip korunacağı ve besleneceği güvenli bölge olma özelliğini taşır. Eğer böyle bir güven duygusu oluşursa bebek de araştırma ve keşfetme sürecini başarılı biçimde tamamlar. Aksi hâlde bebeğin zihni ve zekâsı da gelişecek ortamı bulamaz. Bebek, ancak anne matrisinin kendisini terk etmeyeceğini bildiği zaman güçlü ve kendinden emin biçimde hayata bakabilir. Güvenli bir ortamda olmayan zihnin, tüm enerjisini ve dikkatini o matrisi sağlamlaştırmaya harcar.
Bu durumda belirsizliğin yarattığı stres sürekli bir tehdit haline gelir ve tüm yaşam, bu tehdidin etkisi altında geçer.
Bu noktada ister istemez akla şu sorular geliyor: Toplumdaki her bir birey, her birimiz böyle güvenli bir anne (bakım veren) matrisinde, sağlıklı ve güçlü bağlar kurulabilen bir ortamda mı yetiştik? Bu anlamda hepimiz ‘sağlıklı’ mıyız yoksa hâlâ o bağların eksikliğini yaşayan, mutsuz, saldırgan bireyler miyiz? Acaba zihinsel gelişmemizi sağlayabildik mi? Ya da bu bitmeyen gerginliğimizin kaynağı ne?
Pearce, özellikle zekanın aslında bir etkileşim yetisi olduğunu ve ancak yeni olgularla etkileşimde bulunarak, yani bilinenden ayrılıp bilinmeyene yönelerek geliştirilebildiğini iddia ediyor.
Dolayısıyla zekanın gelişmesi için yeni bilgilere ve deneyimlere açık olmak ve herhangi bir görüş, ideoloji, düşünce, vs.ye saplanıp kalmamak çok kilit bir nokta oluyor.
Peki bizler, her birimiz öğrenmeye, yeni bilgi ve deneyimlere açık mıyız? Ne kadar öğreniyor ve kendimizi ne ölçüde yeniliyor, geliştiriyoruz? Yoksa her zaman “Ben artık oldum; öğrenecek bir şeyim yok, ben ders almam, veririm.” noktasında mıyız?
Yine en önemli konulardan birisi, çocuğun çocuk olma hakkıdır. Çocuğun ana gereksinimi, çocuk olmaktır. Bu gerçekliği unutup çocuğa büyüklerin dünyasını ve değer yargılarını dayatmak, çocuk için bir anlam taşımayacağı gibi yalnızca çocuğun psikolojik terk edilmişliğine yol açar.
Bugün dünyada kendisine, çevresine, topluma, dünyaya zarar veren, kötülük yayan insanların çok büyük bir çoğunluğunun küçüklüğünde bu bağlardan, sevgiden, ilgiden, şefkatten yoksun kalmış olan insanlar olduğunu görüyoruz.
Pearce’a göre çocuğun kaygı ve korkularının giderilmesi son derece kritiktir. Çocuğa bakım verenlerin çocuğun bulunduğu noktaya gelip oradan olaylara bakabilmeyi bilmeleri gerekir. Örneğin dört yaşındaki bir çocuk karanlıkta yatağının altında ayı olduğunu düşünüp korkuyorsa, ebeveynlerin bu duyguya saygı göstermesi ve ona göre çözüm aramaya çalışması gerekir. Çocuğun dünyasının yetişkinlerin fikir sistemi tarafından ezilmesi, çocuğun ruh ve zihin sağlığını olumsuz etkiler. Onun için her adımda çocuğun dünyasının ve duygularının esas alınması, çocuğun ve ileride yetişkin bir birey olarak kişinin ruh ve akıl sağlığı açısından son derece yaşamsal önemdedir.
HATA YAPILABİLİR AMA KÖTÜLÜK ASLA!
Özetlemek gerekirse bir çocuğun yetişme süreciyle ilgili en önemli konu, çocukla bağ kurmaktır. Çocuğun bakım verenleri ile arasında sevgi, saygı ve şefkat çerçevesinde bir bağ kurulmuşsa bu çocuğun ileride daha sağlıklı bir birey olması konusunda önemli bir gereklilik sağlanmış olur. Ancak tersi bir durumda, böyle bir bağ kurulmamış bir çocuğun ileride başta kendi yaşamı olmak üzere çevresine, topluma ve dünyaya verebileceği zararların sınırı yoktur.
Bugün dünyada kendisine, çevresine, topluma, dünyaya zarar veren, kötülük yayan insanların çok büyük bir çoğunluğunun küçüklüğünde bu bağlardan, sevgiden, ilgiden, şefkatten yoksun kalmış olan insanlar olduğunu görüyoruz.
Düzgün yetiştirilmiş, sevgi, saygı ve şefkat görmüş bir insan hayatta hata yapabilir ama asla kötülük yapamaz diye düşünüyorum. Dış dünya, çevre, koşullar ne kadar kötü olursa olsun her bir bireyin yine de kendi içinde insan olmaklıktan gelen dürüst, vicdanlı, ahlaklı, saygılı, barışçıl olmak gibi bir sorumluluğu vardır. “Ben iyiyim ama koşullar beni bozuyor.” ya da “Kandırıldım, kötülük yaptım.” tarzı ifadelerin gerekçe olamayacağına, ‘iyi insan’ olmanın ya da en azından kötücül hareketlerde bulunmamanın bizim elimizde olduğuna inanıyorum.
Hayatta faydalı bir şey yapmaya gücümüz yetmeyebilir ama en azından dünyaya karşı barışçıl olmak, ne olursa olsun başkasına zarar vermemek, hayvanlara eziyet etmemek, doğaya saygılı davranmak, her zaman elimizde olan bir şey. İyi bir insan olmak istiyorsak belki hayatta hatalar yapabiliriz ama asla kötülük yapma hakkımız yoktur…
Yaşanabilir bir gelecek için çocuklarımızla aramızda sevgi, saygı ve şefkat çerçevesinde bir ilişki ve bağ kurmamız gerektiği açık. Öte yandan bizler de geçmişte, çocukluğumuzda bu bağlardan yoksun kalmışsak, bir an önce bunlardan kaynaklanan yaralarımızı/sorunlarımızı gidermek üzere kendimize dönmemiz ve ilgili iyileştirici/onarıcı adımları atmamız gerekir. Şunu unutmayalım ki biz istersek dünya güzelleşir.