Özetle aydınlar/entelektüeller başta olmak üzere, Türkiye’de herkesin önce kendilerinin rahat koltuklarından inmeleri, hadlerini bilerek sorumluluk almaları, kendi kurumları veya kesimleri içinde yapıcı eleştiriler ile “demokratikleşmeyi” öğrenmeleri gerekiyor. Uzunca bir süredir Türkiye’deki siyasi entelektüel tartışmalarda, halk arasında mevcut ve kendi içlerinde benzeşik oldukları varsayılan kesimlere işaret eden, “ikicil” (dichotomic), “bölücü” (splitting) ve zıtlaştırıcı kategorik söylemlerin dışına çıkılamadı. “KUTUPLAŞMA” VE TOPLUMSAL YARILMA Elbette bunların başında da AKP iktidarı ile birlikte toplumsal çözümlemelerin ve tartışmaların tam ortasına oturan “laiklik ve dindarlık” ikilisi geldi. Her iki kavram da, popülist eylemsel söylemler ve siyasi toplumsal pratikler ile sürekli olarak araçsallaştırıldı. Giderek hızlanan ve çirkinleşen biçimlerde istismar edildi. Zaman içinde toplumsal dinamiklerin ve tepkilerin akışına göre “laik-dindar”, “laikçi-dinbaz”, “beyaz Türkler-ötekiler”, “liberal-mütedeyyin”, “modern-muhafazakar” gibi terimlerle  toplumsal gerilimler yumuşatılmaya çalışılsa da bazı şeyler değişmedi. Bu yapay etiketlerin toplumda neyin, neye ve ne kadar tekabül ettiği doğru dürüst sorgulanmadı veya çözümlenmedi. Dahası, bunların “yaşam biçimi” de dahil olmak üzere işaret ettikleri toplumsal gerçekliklerin tam olarak ne olduğuna veya kavramsal tabloların hangi “ara/karıştırıcı değişkenlerden” (intervening variables) kaynaklandığına bakılmadı bile. Her halükarda, yıllardır siyasi entelektüel ve popüler kültürel tartışmalarda “kutuplaşma” söyleminden asla vazgeçilmedi.  Önünde hangi veya “giderek yumuşatılmış” ikicil terimler kullanılırsa kullanılsın, “kutuplaşma” kısmı sabit kaldı! Bu yapay ikicil etiketler ile sadece toplumsal öfke, entelektüel vasatlık, ahlaki aşınma ve kültürel uzaklaşma, yabancılaşma ve kopuş arttı. Ne bugünkü fiyat artışlarından çok çok önce tavan yapmış “kutuplaşma”nın entelektüel ve (“böl-yönet” mantıklı) siyasi söylemsel eylemlerindeki aşırı yüksek enflasyonu ile, ne de ikisinin yüksek korelasyonu ile ilgilenildi. Hala da eleştiri adına bile olsa yeniden üretimler sürdürülüyor. BİR ÖRNEK: ENDİŞELİ MODERNLER VE ENDİŞELİ MUHAFAZAKARLAR Örneğin son zamanlarda belli ki mevcut despotik İslamcı iktidar ile “rejim değiştiriliyor, şeriat devleti geliyor, uygar yaşam biçimimiz elden gidiyor” evhamları için üretilmiş “endişeli modernler” karşısına, muhalefetin psikolojik güçlenme sağlamasıyla birlikte “ya şimdi de onlar başa geçince öç almaya kalkarlarsa” kuşkusuna meşruiyet kazandırmaya çalışılan “endişeli muhafazakarlar” konuyor. Nitekim yukarıdaki sebeplerle toplumsal gerçeklerin bu türden “dil oyunlarına“ kurban edilmesine dayanamayıp, geçenlerde bu örnek üzerinden Türkiye’nin “ilerlemeci/liberal entelektüel karakteri” ile ilgili meramımı, tam 280 Twitter karakterine sığdırdım! Çünkü daha “endişe”nin ne olup olmadığını kavramamışların, hiçbir açıklayıcı veya iyileştirici değeri olamayan böyle etiketleri, siyasi veya başka söylemsel eylem amaçları ile kullanmaları zırvalık değilse eğer, tam bir entelektüel cehalet veya sorumsuzluk! Yukarıda da değindiğim gibi, salt “ortak dil” meselesi ve entelektüel etkileşim ortamının kendine özgü ve kamusal alanda pek söz edilmeyen sorunları bile başlı başına çok ve yeterince çok boyutlu. Türkiye’de iç hesaplaşmalarını, özeleştirilerini yapması ve “hadlerini bilerek” kendilerine çeki düzen vermesi gerekenler, sadece iktidar/muhalefet siyasi aktörler ve yandaş/bağımsız madyatörler değil. Hatta bunların en başında da akademisyen, yazan, çizen, düşünen aydın/entelektüelleri geliyor. Türkiye’de üniversite denince akla gelen, üstüne çökülmüş ve yenileri inşaatlarla pıtrak gibi çoğalmış olan binalar olmamalı sadece! ENTELEKTÜEL ÖZELEŞTİRİ İlginç bir zamanlama ile bu yazıyı tam da bu noktada kapatıyor iken, kanaat önderi bazı aydınlarımızdan peş peşe iki taze yazı geldi; “entelektüel özeleştirisi” kategorisinden. Hepsi de çok parlak, tanınmış, tanışım, meslektaşım insanlar. (bkz. [ 1 ], [ 2 ] ) Belge’nin “kutuplaşma” başlıklı yazısı, “neden böyle olduk, yüzyıllık bölünüklük sorununu aşabilirdik?” diye soruyor. Ancak geçmiş ve uzun iktidar dönemine ilişkin çok yerinde saptamalarından sonra, bunun tek sorumlusu olarak ve adeta mecburen kullanmış gibi Erdoğan’ı göstermesi arzulanan içgörüye götürmüyor. Göle ve diğerlerinin ise, kendi aralarındaki bazı nüanslara ve değişik gerekçelendirmelerine rağmen; üstelik aradan geçmiş onca yıl, o kadar önemli “küyerel” (glocal) olay ve tartışmadan sonra, özdüşünümsellik (refleksivite) açısından tam bir düş kırıklığı.  Zaten memlekette kandırılan kandırılana! Yukarıda sözünü ettiğim türden özeleştirinin “kuzu postunda kurt” konusu ile, yani “günah çıkarma” ile hiç alakası yok. Kaldı ki, insanlar, ne böyle ahlaki ve vicdani, ne de “öfori” veya “kullanışlı aptallık” gibi, insani (yaşantısal veya yine kavramsal/düşünsel) yanılsamalardan ötürü sorgulanabilir, suçlanabilir veya sosyal medyada linç edilebilirler. Nitekim geniş toplumda ve sosyal medyada verilen tepkilere karıştırılan, hukuk gözündeki ve dilindeki suç ve yargı konuları ise bambaşka meseleler. Ayrıca “Yetmez ama evetçi” gibi kolaycı, popülist ve bloklaştırıcı, yani tek-tipleştirici damgalamalar son derece gereksiz ve yanlış. Tüm bu ve zamanlaması tam da şimdi olan açıklamaların benim açımdan tek bir anlamı olabilir: İtiraf. Türkiye’de salt siyasetin değil, entelektüel sermayenin de “ideolojik körlük” veya başka öznel sebeplerle, araçsal popülizme nasıl alet, hibe veya kurban edildiğinin ve yenik düştüğünün gecikmiş itirafı! Elbette aynı beklenti; tersi yönde de; yani “ben onlardan değildim” şeklindeki kişisel aklamalar veya “aferin” için aradan sıyrılmalar için de geçerli: Özellikle de bugün son derece işlevsiz, anlamsız ve gereksiz. Entelektüel olarak da yanlış, güçsüz ve bayat! DEMİR TAVINDA DÖVÜLÜR! Öte yandan kendim de naçizane, egemen ve gözde entelektüel iklime aykırı düşerek, 90’ların başında “kimlik siyasetleri” söyleminin ve Türkiye’ye ithalinin öngörülebilir sakıncaları üzerine yazdım. Önde gelen siyaset bilimcilerimiz “Öyle bir söylem mi varmış; siyaset bilimci bile değilsin, nerenden uyduruyorsun?” veya “Kürt lafı etmeye korkmuyor musun, kız?” dendi. 2000’li yıllarda da “öteki” kavramının yanlış kavramsallaştırılmasının, aşırı ve rastgele kullanımının, çünkü bu etiketleri yalap şalap yapıştırılırken doğan anlam kaymalarının, Türkiye’de toplumsal ve siyasi yarılmalara yol açacağı öngörülerimi, yine seçkin entelektüellere ve egemen siyasi iklime aykırı düşerek tartışmaya çalıştım; “Sen siyasetten ne anlarsın!” dendi. 2010 Anayasa Değişikliği Referandumunda niçin “Hayır, çünkü yetmez” dediğimi ise, lütfedilip sorulduğunda, ekranlarda açıklayanlardandım: Pragmatik açıdan bile olsa, ister “Evet, yeter” (= Batı karşıtı siyasi İslamcı) olsun veya isterse “Yetmez ama, evet” (= Anti-militarist sivil /açık toplumcu)  olsun; yani ister Cumhuriyet devrimlerine, ister askeri darbelere karşı olsun; “hınçlı ve öfkeli tepkisellik”  ile “Evet” demenin, ne olası (imgesel!) AB üyeliğine ne de eril despotik kafalı devlette sivilleşemeye yarayacağını kamuya anlattım. Kısacası, takiyyeci iktidarın Türkiye’nin demokratikleşmesine zerre kadar yararı olmayacağını, hatta zararı olacağını; çünkü ciddi zaman ve oryantasyon (ister “eksen” deyin, ister “kimlik”!) kaybı olacağını iddia ettim. “Çok naif, ütopik bir idealistsin!” dendi. Önemle tekrar altını çizmek isterim ki, bu meseleye elbette kendini önemsemek, temize çıkmak, başkalarını suçlamak, vb. kişisel veya “Sen yaptın!” veya “Ben demiştim!” vb. hesaplaşma meselesi olarak bakmamalı.  Zaten bunun hiçbir bireysel/kolektif ve kişisel/entelektüel tatmini de olamaz. Kaldı ki, Türkiye’de yıllardır muhtelif “havanlarda su döven” dövene! Mesele; “üzüm yeme-bağcı dövme” meselesi de değil. “Dizini dövme” meselesi hiç değil.  Kısacası bu, ne bir ”dövme”, ne de “dövünme” meselesi! Mesele; ‘belki bu sefer, “doğru yer-doğru zaman”dır, kim bilir?’ umudu ile pes etmemek. Sabırlı olmak. Öğrenerek, sorumluk üstlenerek gelişmek. Severek yaşamak. Yaşamın, eleştirel yaşama ahlakının ve düşünsel yetkinliğin, yaşamda sınanarak ve onunla birlikte dönüşerek sürdürülmesi meselesi. Yani kimseyi herhangi bir şeye ikna etme gereksinimi duymadan veya kandırılma fırsatını bile bulamadan; haddini bilerek, dürüst ve soluksuz! Hep ‘kaybedilecek zamanımız yok”, “geç kaldık”, “geri kaldık” diye diye topyekün gelişememiş Türkiye’nin, hele şimdi hiç mi hiç kaybedilecek zaman yok. Fakat, her eleştirinin veya eleştirinin eleştirisinin işaret ettikleri de her zaman muhatap alınanların ve ilgililerin ya dikkatini çeker veya “tarihin çöplüğüne” gider. İşte bu da bireysel/kolektif demokratik gelişimsel süreçlerde “öğrenmeye hazır oluş” konusuyla ilgili. Yani yine, “demir tavında dövülür” meselesi! ORTAK ENDİŞE; ÖZNELEŞEREK ÖZERKLEŞME! Türkiye bir paradokslar cenneti. Fakat, ne yazık ki yukarıdaki tarzda oksimoronlar ve entelektüel siyasi içgörüler ve öngörüler, ülkeyi dışarıda da içeride de “moron” konumuna sokuyor ve öyle de bırakıyor! Nitekim salt şunları vurgulamak için yazının başlığını öyle koydum: Memlekette pre-modern, modern, post-modern, aşırı/süper-modern, vs. eşzamanlı olarak birlikte yaşanıyor. Tarihsel koşullar anlamında zaman, herkes ve her kesim için ortak ve geri dönüşsüz: 21. yüzyılın  (post) modern dünyası, 2021 senesi, bugün, şimdi! Ülke türlü yaşamsal ve entelektüel zafiyet sorunları ile cebelleşiyor. Şu sıralarda bütün bu sıkıntıları yeni bir siyasi yönetimsel sistem ile “teker teker” ele alıp, üstesinden gelebilmek için uğraşıyor. Sokaktaki insanından iktidardaki muhalefetteki siyasetçisine kadar hemen her yurttaş bunun için var gücüyle çabalıyor. Herkes, her kesim kendi donanımı, becerisi kadar ve tercihleri doğrultusunda bu sürece “katkıda bulunuyor” elbette. Özet ve sonuç olarak, bugüne kadar iktidarı veya muhalefeti koltuklarında dürte dürte gelmiş, şimdi de var güçleriyle oradan indirmeye çalışan aydınlar/entelektüeller başta olmak üzere, Türkiye’de herkesin önce kendilerinin rahat koltuklarından inmeleri, hadlerini bilerek sorumluluk almaları, kendi kurumları veya kesimleri içinde yapıcı eleştiriler ile  “demokratikleşmeyi” öğrenmeleri ve birbirlerine de dürüst, yapıcı geri-bildirimlerle öğretmeleri gerekiyor. Şunu hiç tereddütsüz söyleyebilirim ki, bu toplumda hiç kimse “burnundan kıl aldırmasa” da, “karizmasını çizdirmek” istemese de; tüm insanların böyle bir yakın ilgiye ve birbiri ile, kendisi ile dürüst ve diyalojik yüzleşmelere gereksinimi var. Çünkü postmoderni, moderni, muhafazakarı farketmiyor. Bireysel/kolektif farketmiyor. İlerici, solcu, liberal, geleneksel, sağcı, İslamcı, laikçi, şucu, bucu kesimler veya kimlikler hiç farketmiyor. Gelişmeye karşı ürkek ve toptan tutucu Türkiye toplumunun “endişesi” ortak: Kendi başına demokratikleşme! Yani, özneleşerek özerkleşme! Bu da sanırım kendi adıma sorumluluk paylaşıp, görev üstlenerek, bu konuda da üşenmeden bir yazı dizisi yapmak demek.