Haysiyeti kaldırınca iki şeyden biri kalır insana; Hınç veya Hiçlik… Eğer hınç akabinde gerçekleşecek onurlu bir intikamı besleyecekse neden taviz verilmesin ki diye de düşünülebilir. Ancak insan canlısının beyni bu tür düşünce illüzyonlarıyla doludur. Dünyada fırtınalar koparan Squid Game dizisinin yaratıcısı Hwang Dong-Hyuk’un yönettiği Kale (Namhansanseong) isimli filmi Netfix’te izledim. 2017 yapımı olan film Kim Hoon’un aynı adlı romanından oldukça başarılı ve etkileyici biçimde uyarlanmış. Squid Game’i instagramda yazmıştım, oradaki ‘ikilik’ çok hoşuma gitmemişti. Filmi bu dünya isimli sürgün mekânında en sevdiğim olan dostum Ferid önerdi ve konuşalım filmi dedi. İzledim ama konuşmadık, sustuk ki bu dahi bizim için çok anlamlıydı. Şimdi onunla üst düzeyde yani susarak yaptığımız analizi sınırlı kelimelerle buraya aktarmaya çalışacağım. İyi ki varsın ulan Ferid… Film 1636 yılında Qing imparatoru’nun Joseon (şu anki Kore) krallığını istila etmesiyle beraber Joseon kralının filme adını veren kaleye sığınması ve ardından olanları anlatıyor. Olay aslında temel bir soru etrafında kurgulanmış? Yaşam ile haysiyet arasında kalan bir hükümdar ne yapmalı? Halkının onursuzluğu göze alarak hayatta kalmasını mı sağlamalı yoksa düşmana karşı ölüm pahasına savaşmalı mı? Filmde bu dikotomiyi temsil eden iki bakan var, harbiye nazırı ile dahiliye nazırı… Kral ise korkak sünepenin teki. Hayatta kalmak için oğlunu düşmana teslim etmeyi düşünecek kadar da alçak. Ama keşke bu kadar kolay olsa her şey değil mi? Değil işte, korteks denilen ve aklı ve iradeyi ve vicdanı temsil eden beyin bölümümüz olduğu için bazı soyut kavramlar devreye giriyor; kahramanlık, haysiyet, altruism (diğerkâmlık) gibi. Dünyada özellikle de geri kalmış topluluklarda devlet ve baba arasında marazi bir paralellik vardır hep: devlet koruyucu bir “baba” gibi görülür. İnsanların bir ülkenin yurttaşlarından çok devletin “evlatları” olduğu jargonu hakimdir. Evlatlarının bir “yurttaş” olarak koruma altında olduğunu, korunup kollandıklarını hissettirmekten aciz olan devlet mekanizmaları tebaaları üzerinde bir baskı tam bir kötü baba gibi davranır. Kötü baba şu demektir: kendisine bağlı olan kişiyi “kurtarmadığı” hâlde, otoritesini o kişi üzerinde kullanan baba. Korumayan ama korkutan baba. Bu babanın (devlet-baba) bir diğer kaçınılmaz özelliği de merkeziyetçi olması, kendi kontrolü dışında, kendi “sözü” dışında hiçbir şeye izin vermemesidir. Bu babada bütün merkezi güçler toplanmıştır, yetki paylaşımı yoktur, asla. Ayrıca yasa da babayla özdeşleşmiştir, sözü “kanun hükmünde”dir, Lacan’ın Baba’nın Adı dediği şey, yasanın ta kendisine dönüşmüştür. Filmdeki kötü baba Joseon’un Kralı… Evet bir meclisi var ama hoşuna gitmeyen şeyler söyleyen bakanlarını derhal azlediyor, hatta idam ettiriyor.
Hayatta kalmak ile haysiyet arasında gidip gelmek ve düşünmek/konuşmak çok zor, ahlak felsefesinin yine sorunlu konularından olan iyi” ve kötü” üzerine konuşmak gibi bu.
Kral bunları ‘ulvi’ bir amaç için yapıyor büyük ihtimalle ama son kertede temel duygusun korku olduğunu görüyoruz. Korku son derece insanî bir duygu, ha keza endişe, günün ve geleceğin kaygısı, çoluk çocuk, ekmek parası; buna mukabil, korkunun da bir ölçüsü olmalı değil midir? Bir insanın en temel motivasyonu olan ‘hayatta kalmayı’ anlamak zor değil ancak korkarken, endişe duyarken işi onursuzluğa vardırmak ve korku ile oportünizm arasındaki farkı da gözetmesi gerekmez mi? Hayatta kalmak ile haysiyet arasında gidip gelmek ve düşünmek/konuşmak çok zor, ahlak felsefesinin yine sorunlu konularından olan “iyi” ve “kötü” üzerine konuşmak gibi bu. Oysa biliyoruz ki özellikle insan türü söz konusu olduğunda, bu kavramlar oldukça değişken bir yerde duruyor. Çünkü beşerî bir varlıktan bahsederken onun akışkanlığını, duruma göre değişebilen konumunu, kültürel edimlerini göz ardı edemeyiz. Moğol Kralının Joseon Kralını ve Kalede yaşayanları ‘affederken’ istediği haysiyetsizlik gösterisinin de sembolikten öte anlamları var. Haysiyet bireyin ve toplumun uğradığı haksızlık karşısında, bir duruş göstermesinde etkili olabiliyor.  Direkt olarak varlığa kasıt içerdiğinde ise öfke ile birleşerek direnmenin, otoriteye karşı varlık göstermenin, gücünü fark etmenin nedeni hâline gelebiliyor. Haysiyeti kaldırınca iki şeyden biri kalır insana; Hınç veya Hiçlik… Eğer hınç akabinde gerçekleşecek onurlu bir intikamı besleyecekse neden taviz verilmesin ki diye de düşünülebilir. Ancak insan canlısının beyni bu tür düşünce illüzyonlarıyla doludur; nasılsa çözersin, şimdi şerefsizlik yapıyorsun ama dönüşün muhteşem olacak gibi. Olmuyor, genelde olmuyor yani. Bu noktada bazı Kralların haysiyetli duruş diye halklarına pompaladıkları ‘beka sorunu’ ve ‘korku kültürü’ pompalamasını yok saymamak gerekiyor. Bu durum istismarı ve akabinde daha müreffeh ve mutlu yaşamak yerine korkarak ve ezilerek yaşamayı getirebiliyor. Ben olsam hangi Bakanı dinlerdim? Bu sorunun yanıtı çok katmanlı… Ümit Kıvanç’ın Gaye Boralıoğlu ile kaleme aldığı Haysiyet isimli kitabını da önermek istiyorum sizlere.