Ben uzun süredir bu kadar ağladığımı hatırlamıyorum. Filmi izlemenizi ve diğer temalar üzerinde de düşünmenizi diliyorum. Belki de siz de bu ‘dram’dan ‘uzun süreli aşkın zaferi’ duygusuna savrulursunuz.
The Broken Circle Breakdown (Kırık Çember) son zamanlarda izlediğim en etkileyici filmlerden biri oldu. Felix van Groeningen’in yönettiği ve Belçika-Hollanda ortak yapımı olan film gösterime girdiği yıl en iyi yabancı film dalında Oscar adayı gösterilmişti. Bluegrass denen bir country müzik türünün de içine yedirildiği filmi ben farklı bir yerden okumaya çalışacağım.
Film, "Will the Circle Be Unbroken?" şarkısını seslendiren samimi bir kırsal bluegrass müzik grubunun yakın çekim görüntüsüyle açılıyor. Grup kırsal kesimi temsil etse de beklediğimiz ülkede yani ABD’de değillerdir. Kusursuz İngilizceleriyle şaşırtıcı olan bu müzisyenler, aslında 2006 yılında Belçika’nın Gent kentinde yaşayan Flaman müzisyenlerdir. Ve seslendirdikleri o Amerikan klasik şarkısı? Şarkı aslında yüz yıldan fazla bir süre önce bir İngiliz tarafından yazılan dini bir ilahi. Ancak bu şarkının tanımladığı evrensel manzara, anlatılacak olan yürek burkan hikâyeyi ve ortaya çıkacak sorunlarla ilgili ön bir bilgi veriyor: Ölümden sonra bir hayat var mı? Çember tamamlanacak mı?
Kırık Çember, uluslararası film festivalleri sahnesinde hak ettiği övgüyü almıştı. Ortaya attığı soruların cevapları üzerine derinlemesine bir bakış sunuyor oluşu da ayrı bir başarı olarak değerlendirilmeli bence. Duyguların sunumu açısından zengin ve yürek burkan bir film; aşk, aile, seks, hüzün, inanç ve müzik hakkında ruh okşayan, güzel bir drama. Filmin ortak yazarlarından olan Johan Heldenbergh aynı zamanda Amerika'yı, taze bir başlangıcın diyarını seven uzun boylu, yakışıklı, yumuşak sesli bir bluegrass müzisyeni olan Didier rolünde başrol oynamaktadır. Didier, Tribeca Film Festivali'nde "En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü kazanan Elise-Veerle Baetens adında güzel, bıcır bıcır bir dövme sanatçısına tutkuyla âşık olur.
Elise, kendi bedenini yaşamının sembolleri olarak gördüğü dövmelerle kaplamış, kırık aşk hikayelerini cildine kazımıştır. Tanıştıktan sonra Elise, Didier'in grubuna katılır (oyuncular tüm şarkıları kendi seslendirmeleriyle harikulade bir şekilde seslendiriyorlar!) ve kısa süre sonra evlenirler. Birlikte dolu, gerçek, samimi ve duygusal bir yaşam kurarlar; öyle ki nefes aldıkları havayı koklayabilirsiniz. Ve bir gün, üç kişi olurlar: Maybelle doğar ve küçük üçlüleri sıcak, geniş bir aile ve arkadaş grubu içinde var olurlar.
Uzun süreli aşkın zaferi, ben kendimi bildim bileli dikkatimi çekmiştir. Son demografik çalışmaların gösterdiği yaşam beklentisi artışı nedeniyle uzun süreli ilişkilerin daha da önem kazanmasıyla, uzun süreli aşkın ne anlama geldiğine dair başlangıçtaki düşüncelerimi gözden geçirmeme neden olan bazı filmleri yeniden izlemeye karar verdim. Bu kararda elbette Dilan’ın rolü de büyük. Böylelikle ‘uzun süreli aşk kavramı’ sürekli karşılaştığımız ve bazen can sıkıcı olan #relationshipgoals terimiyle dengeli bir yaklaşıma ulaşmamızı sağlıyor.
Aşk ve onun sanatsal film temsilleri arasındaki ilişkiyi tartışmaya başlarken, rom-kom'lara (romantik komedi) nazaran daha çarpık bir imajı olan fakat baskın anlatıları ve anti-kahraman karakterleriyle beni etkileyen bazı filmleri ele aldım. Bu filmler, klişe replikler ya da Billie Holiday'in duygusal "It had to be you" parçasının tam da o sırada çaldığı bir Yılbaşı gecesinde ona olan sevgini itiraf etmeye odaklanmaktan çok, aşkın diğer yansımalarını araştırmama vesile oldu (Evet, "When Harry met Sally" filmine atıfta bulunuyorum).
Bu filmin duygusal dinamiği naziktir ve farklı deneyimlerle iç içe geçen ilişkiyle duygularımızı ve rollerimizi belirlememiz gerektiğini güçlü bir şekilde belirtir.
Tam da bu noktada ‘Kırık Çember’ filminde hikâyenin, serbestçe sallanan bir sarkaç gibi parça parça anlatıldığını fark ettim. Yönetmenin olağanüstü başarısı olarak değerlendirilmesi gereken bu üslupla, her parça, iki karakter için kendi genliğine ve genişliğine sahip, ilişkilerinin önemli anlarına işaret eden ancak hiçbir zaman tahmin edilebilir ya da aşırı duygusal sahnelerin yani duygusal pornografinin şehvetine kapılmadığını görüyoruz. "Kırık Çember"i, geleneksel olmayan bir bakış açısından ilişkileri tartışan bir aşk hikâyesi olarak izlemenizi öneriyorum: Didier ve Elise, ideolojik farklılıklarına rağmen aşık olurlar (bence modern sinemada karakterler arasındaki yeni çağ durumu/sosyal hiyerarşi farkı), neo-bohem bir atmosferde mükemmel bir uyum içindedirler (bir karavanda yaşarlar, Didier Amerika'yı idealize eden bir bluegrass grubunda tutkulu bir müzisyendir ve Elise, eski sevgililerin isimleriyle kaplı dövmelerle bezeli cesur bir sarışındır) ve Elise hamile kaldığında ikisi arasında ilk kıvılcımı seksüel kimya ateşler.
Aslında burada sevgilisinin hamile olduğunu öğrenen bir adamın çıkmazıyla da karşılaşıyoruz; istemediği veya hazır olmadığı bebeğe salt sorumluluk anlayışıyla sahip çıkıp belki de ömür boyu mutsuz mu olacak yoksa sorumluluğu başından atmaya çalışan bir empati fukarası olarak sevgilisinin gazabına mı muhatap olacak? Nereden bakılırsa zorlu bir süreç ve kitabi bir doğru yanıtı yok.
Elise ve Didier'ı ilk buluşmalarından itibaren takip ediyoruz; neredeyse gençler gibi birbirlerini baştan çıkarıp teslim oluyorlar. Ancak sahne, 7 yıl sonrasına, bir hastane odasına dönüyor. Maybelle, endişeli ebeveynler arasında merkezde ve uyuyor. Bu seferki teslimiyet birbirlerine karşı ve ebeveyn olarak sorumluluklarına ve durumu kontrol edememelerine dair gerginlikle ortaya çıkyor. Sahne, ilişkinin ilk evrelerine dönüyor ve Bjorn Eriksson'un muhteşem müziği, çiftin ilk anlarıyla harikulade bir şekilde artıyor. Didier'in sesine, Elise'in genç ve eğitimsiz sesi eşlik ediyor.
Bir dizi dalgalı sahnenin aracılığıyla, Maybelle'in hastaneden eve dönüşünü, ilk kemoterapi seansını, dünyaya gelişini ve ilk adımlarının simgeselliğini gözlemliyoruz. Bu adımlar, arka plandaki televizyonda gösterilen 9/11 anı kadar Didier ve Elise'in hayatında anlam taşıyor. George W. Bush'un son sözleri geri çekilirken, kelimeleri ebeveynlere yansıyor gibi görünüyor; sahneler bağlarını, ileri gitme çabalarını ve özgürlüğü (Maybelle'i hastalıktan koruma) ve dünyalarındaki her şeyi savunmalarını ortaya koyuyor. Sonuçta, çocuğun sağlığı kötüleştikçe, Didier ve Elise de kötüleşiyor.
Peki ebeveynler çocukları lösemi gibi ölümcül bir hastalığa duçar olunca neler hissederler, neler yapmaları gerekir. Doğrusu sorunun bende bir over-empatiyi tetiklediği için soruyu sorup çekilmeyi/kaçmayı tercih ediyorum.
Maybelle'in kaybı, karakterleri umutsuzca bir sığınağa doğru arayışa sürükler: Elise, dini inançlarına ve anne-kız bağına sığınırken, Didier kök hücre araştırmalarına karşı tanrıya öfke kusar. Maybelle hayatta olduğu sürece, çocuklarının saf inançlarını koruma konusundaki şefkatleri süreklidir, ancak ölümün nedenleri hakkında bir sebep ararken birbirlerini suçlamaya ve yaralamaya başlarlar. "Wayfaring Stranger" özellikle ürpertici bir şarkıdır ve Elise'in savunmasız sesi, karakterleri anlatı boyunca takip edecek olan yası da ölçer. Aşk kavramı üzerine sinematik keşif, sürekli cevap arayışına dönüşür ve Didier ile Elise bu noktadan nasıl devam edebileceğine dair bir yol arar. Elise'in arayışı, daha da acı veren bir sona dönüşür ve kırık çember, Didier'in dini olmayan inançlarından vazgeçip sevdiği kadının cennette kızlarıyla buluşmasını dilediğinde tamamlanır. Evlat acısıyla nasıl baş edilir sorusu da burada dursun.
Kırık Çember filmi, ebedi aşkın birliği ile kendini özdeşleştirmiyor, ama ben filmin hiç de öyle bir çaba içinde olduğunu düşünmüyorum. Film, bireysel kimlik fikrini kendi içerisinde destekliyor.
Bu filmin duygusal dinamiği naziktir ve farklı deneyimlerle iç içe geçen ilişkiyle duygularımızı ve rollerimizi belirlememiz gerektiğini güçlü bir şekilde belirtir. Arquembourg'un da belirttiği gibi, uyarıcı/durumlara otomatik tepkilerimiz, eylemlerimizi yorumlama ve bilişsel olarak analiz etme kapasitemiz tarafından desteklenir. Duyguların rasyonelliğine dair oldukça pragmatik bir yaklaşım olsa da duygular üzerine yapılan çalışmalar, onları yapay olarak etkileyemesek de belirli ikincil tepkiler üretmek için işaretler olarak alınabileceğini iddia etmektedir. Ayrıca, bu tepkiler başkalarına sinyal olarak gönderilebilir ve duygularımız üzerine anlayışımıza, aynı zamanda başa çıktığımız olaylara dair onların anlayışına bir köprü kurabilir.
Ancak, Elise'in davranışını belirleyen kayıp anlatısı onu izole eder ve daha çok yeni bir kimlik almayı arzularken, Didier ilişkilerini yeniden canlandırmaya çalışır. Ona yönelik rasyonel argümanları ve eylemleri kendini kontrol etmesine ve devam etme ihtiyacına yardımcı olabilir, ancak bozulan ilişkiyi tamir edemez. Elise yas duygusundan o denli kaçmaya çalışır ki kendi ismini Alabama, Didier’in ismini ise Monroe olarak değiştirmek ister. Eski sevgililerinin ismini vücudundan sildiği gibi Didier’in ismini de siler ancak onunla yola devam etmek isterse diye Monroe ismini yazdırır. Bu ‘sen de yasını benim gibi yaşa’ dayatması mıdır? Belki de öyledir ancak anlaşılabilir bir beklenti olduğunu ifade etmeliyim.
İzleyiciler, bu durumun kadın ve erkeklerin farklı duygusal ideolojilere sahip olduğu ve bu ideolojileri farklı bir şekilde ifade ettiği bir prototip olduğunu savunabilir. Sadece karakterler değil, duygular da stereotipleştirilmiştir. Plant’e göre hayranlık, tiksinti, üzüntü, utangaçlık, korku, suçluluk, mutluluk, aşk, hüzün, utanç, çekingenlik, şaşkınlık ve sempati "feminen duygular" olarak kabul edilirken, sadece öfke, küçümseme ve gurur "maskülen duygular" olarak düşünülmüştür.
Diğer akademik argümanlar kadınların çatışma ile yüzleşmeye, erkeklerin ise çatışmadan kaçınmaya eğilimli olduğunu belirtir. Ancak, Didier ve Elise'in durumunda, kızlarının kaybıyla karşılaştıklarında durum tam tersinedir. Duygular ve ilişkiler üzerine çalışmalarda çifti entegre edecek bir prototip bulma süreci oldukça rahatsız edici hâle gelmeye başladığında, başlangıçtaki düşüncelerime ben de geri döndüm.
Kırık Çember filmi, ebedi aşkın birliği ile kendini özdeşleştirmiyor, ama ben filmin hiç de öyle bir çaba içinde olduğunu düşünmüyorum. Film, bireysel kimlik fikrini kendi içerisinde destekliyor: Didier'in ilk kez bir dövme salonuna girdiği ve ustaca yetenekli işlerin arkasındaki güzel sanatçıyı (Elise) keşfettiği an; onu ilk kez bluegrass grubuyla çalarken gördüğü an; Maybelle'in ebeveynleri olarak onlarla ayrı ayrı sahneleri; değerleri ve inançlarına göre ebeveyn-çocuk etkileşimi; ilişkinin mutlu ve yaslı anlarının, çiftin yaşadığı alandaki boşlukla nasıl ayrıldığı; filmin başlangıç ve sonunda ayrı aksiyonlarla öne çıkan müzikal parçalar, karakterlerin iç dünyalarına daldığında duygusal bir karmaşıklığı gösterir.
Belki de yazar-yönetmen Felix Van Groeningen, bu aşk hikayesine mutlu bir son sunmanın tutarsızlığını tercih edip ve aşkın, tıpkı bizim gibi, her şeye karşı dirençli olmadığı düşüncesiyle etkisini uyumlandırmaya çalışıyordur.
Ben uzun süredir bu kadar ağladığımı hatırlamıyorum. Filmi izlemenizi ve diğer temalar üzerinde de düşünmenizi diliyorum. Belki de siz de bu ‘dram’dan ‘uzun süreli aşkın zaferi’ duygusuna savrulursunuz. Belki de empatinizi daha da derinleştirip samimi iki damla gözyaşı dökersiniz.