Zira gerçek anlamda “demokratikleşme, haddini bilmekle olur!” Popülist ve araçsal (=birilerini kayıran) siyasi söylemlerle asla olamaz. Demokratikleşme de nitekim bu bakımdan özneleşerek özerkleşmek demektir. Küresel ölçekte de yerel bazda da nüfus ve iklim krizi büyümeye, buzullar erimeye, doğa sorumsuzca kirletilmeye devam edecek. Bilimsel raporlara göre bugün doğan çocuklar yetişkinliklerinde bizimkinin yedi katı küresel ısınma, üç katı kuraklık, iki katı orman yangını yaşayacak. Türkiye’nin özellikle “tek adam rejimi” ile hızla yetersizleşmiş yönetimi, derinleşmiş yarılmaları ve hemen tüm toplumsal alanlardaki kötüleşmiş sorunları ortada. Cumhur İttifakı’na karşı Millet İttifakı’nın oluşturulması ve seçim tarihinin yaklaşması ile birlikte, “entelektüel siyaset” ortamında da yeniden bir kıpırdanma, hatta canlanma başladı. Sanırım esas mesele, siyasi çekişmelerin gürültüsü arasında ve elbette pek çok “iletişim” kanalı, “toplumsal” iletişimci, haber/bilgi/görüş/yorum mesajı ve yığınla “uyarıcı bombardımanı” arasında kalan toplumun; tüm bunları ayıklayıp, anlamlı ve etkili biçimde işe yaratabilmesinde. Türkiye’de, siyasetçisinden sokaktaki yurttaşına kadar, değil geleneksel veya sosyal medya okur/yazarlığı, düz bir metini okuma-yazma-anlama-yorumlama davranışları bile son derece geniş bir çeşitlilik gösteriyor. Bu “kaotik” kitlesel veya kişiler-arası iletişim ortamı, giderek daha da büyüyecek ve aynı oranda da önemsizleştirilecek; artık mesele bile edil(e)meyecek. Bu da Türkiye için yepyeni toplumsal güçlükler veya sorunlar demek. Dolayısı ile, kendim de hem soyut, genel ve bayatlamayan “klasik”; hem de somut, özgül ve taze “güncel” toplumsal-siyasi konularda yazarak kalabalığa karışmakta iken, bu yazı dizisi ile kendimce önemsediğim bazı “dipnotlar” için, bir parantez açmak gereksinimini duydum. O halde, bu onuncu ve sonuncu yazıda dilerseniz gerekçelerime de bakarak ve bazı noktalara vurgularla özet bir toparlama yapalım birlikte. İzleyen yazılarda bunların farklı boyutlarını ve çeşitli yanlarını daha da açabilmek ve başka konularla ek hususları da ele alabilmek üzere. KÜYEREL GERÇEKLER VE BİLİNÇ DÖNÜŞÜMÜ Küresel ölçekte de yerel bazda da nüfus ve iklim krizi büyümeye, buzullar erimeye, doğa sorumsuzca kirletilmeye devam edecek. Bilimsel raporlara göre bugün doğan çocuklar yetişkinliklerinde bizimkinin yedi katı küresel ısınma, üç katı kuraklık, iki katı orman yangını yaşayacak. Su ve temiz hava dahil olmak üzere, hep verili ve tükenmez kabul edilerek tüketilen, tüm doğal, maddi ve insani kültürel kaynaklar azalacak. Yenilikçi teknolojilerin bugüne kadar olduğu gibi sömürgeci kapitale hizmeti sürdürüldüğü takdirde de mevcut eşitsizlik, üretimsizlik, açlık, yoksulluk, mutsuzluk, pandemiler, kitlesel göçler, küyerel terör ve savaşlar çoğalacak. Kısıtlı kaynakların hakça paylaşılmamasından ötürü şiddet de artmakla kalmayacak, giderek anonimleşecek. Türkiye’de de tüm bu toplumsal sorunların, tamamen önlenemezlerse bile, hiç değilse yavaşlatılması veya azaltılması için, mevcut zihniyet ve davranış alışkanlıklarında ivedi ve radikal değişimler gerekiyor. Bunun da en etkin başlangıç adımı, çok çeşitli alan ve boyutlarda bireysel/kolektif yönetişim içgörüsünden ve kritik bazı temel gelişimsel becerilerin eşzamanlı kazanılmasından geçiyor. Sorunlar gibi bu değişim talebi de salt ülke yurttaşları için değil, küresel ölçekte de geçerli tabii. Başka bir deyişle, tarihsel geçmişleri farklılık veya benzerlik gösteren tüm “ileri sanayi -teknoloji /gelişmiş” ülkelerde veya onların “geri kalmış dediği/gerisinde kalan” ülkelerde eş zamanlı olarak, kapitalist toplum düzeninin, ahlakının ve modern bilimin sınırları sorgulanıyor. Fakat bütün bunlar, aynı ulus-devlet toplumları içinde bile, bir yandan hakikat temsillerinin aşırı ciddiye alındığı; diğer bir yandan (ulaşılamayan) hakikatin yapay zekâ mantığı ve dijital teknolojiler ile tahrif edilerek değersizleştirildiği, böylece insan zihniyle dalga geçildiği; “dürüst” ve “sahte” mesajların birbirine karıştığı ve küresel ölçekte hızla yayılarak bulaştığı bir devirde oluyor. Kısacası bugün, çağdaş kolektif akıl; evrimsel sürekliliği olan veya tarihsel sıçramalı bir bilinç dönüşümü ile cebelleştiği bir “eşik” süreçte. İnsanlar, bireysel/kolektif olarak ahlaki ve diğer insani sınırları ile yepyeni felsefi ve yaşamsal sorularla ciddi biçimde yüzleşmek durumunda. Tüm “doğal donanımlarını” ve “kültürel/entelektüel birikimlerini” kullanarak, bunları yeniden tanımlamak ve kendilerine çeki düzen vermek zorunda. Zira, en öncelikli olarak ve hayati anlamda, binlerce yıldır “onun namına konuştukları” ve bilim ve teknolojileri ile sürekli olarak “limitlerini zorladıkları” doğa tarafından sınanıyorlar. Kısacası insanlık, epeydir akademik düşünsel söylemde olan bilinç dönüşümünü, eylemde gerçekleştirme sancıları içinde. Her geçen gün, ekosistemik demokrasi bilinci gelişmiş, çok daha güçlü uluslararası devletler ötesi kolektif hareketlere ve etkili dayanışmalara, yeni oluşumlara daha çok gereksinim duyuluyor. Bunlar eşzamanlı olarak çoğulcu, özgürlükçü ve eşitlikçi olmak zorundalar. Özet ve sonuç olarak, tüm ulus-devletler, yerküre üzerinde, küyerel ve sahici anlamda “demokratikleşmek” durumunda. Bundan Ay’a, Mars’a giderek veya uzay turizmi yaparak kaçış yok. Zira gerçek anlamda “demokratikleşme, haddini bilmekle olur!” Popülist ve araçsal (=birilerini kayıran) siyasi söylemlerle asla olamaz. Demokratikleşme de nitekim bu bakımdan özneleşerek özerkleşmek demektir. YEREL GERÇEKLER VE SİYASET Dolayısı ile Türkiye’de dillere pelesenk olmuş “demokrasi”, salt siyaset aktörleri ile ve devlet, yönetim, temsilci, seçim, sandık, oy, ittifak, koalisyon ve benzeri retorikler ile oynanabilen; biçimsel, araçsal ve popülist bir “temsili demokrasi temsili” değil! Hatta siyaset dışındaki başka oyuncular da repliklerini ne kadar iyi ezberlemiş ve rollerini harika sahneliyor ne sıklıklarda sahneye çıkıyor ne kadar kalıyor veya sahne çalıyor olurlarsa olsunlar. Kısacası demokrasi, öyle önden belirlenmiş ve durağan bir senaryo ile seyirci seçmenlere sergilenebilecek bir temsil olarak çalışamaz. İkili ilişkilerden toplumsal yönet(iş)ime kadar, hangi sosyal ölçekte olursa olsun, demokratik öznelerin diyaloğu ile yaşanabilir ancak. Daha çok, tüm bileşenlerin- özellikle de az rolü olanların, sahneye hiç çıkamayanların veya geleneksel izleyicilerin- birlikte yazıp, çalıp, söyleyebileceği, tarihin akışı ile eşzamanlı oynayabileceği bir epik anlatı gibi. Gel gelelim, yeni bir anlatı peşine düşmüş Türkiye’de; muhafazakâr, eril ve ikicil zihniyetli iktidar da muhalefet de “muhalefete muhalefet” de, siyaset alışkanlıklarında hala ısrar ediyor. Muhalefet, her türlü olumlu gayretine rağmen hala bunun önemini kavramakta zorlanıyor veya riskli buluyor. Muhalefete muhalefet ise risk almayı seviyor. Fakat her ikisi de farklı kaygılarla, “toplumun yeniden inşası”, “ortak gelecek”, “toplumsal sözleşme”, “çoğulcu, özgürlükçü ve eşitlikçi demokrasi” vb. söylemlerinde bile, toplumu bir yüzyıl daha gecikmekten kurtaracak (yani tarihsel anlamda “çağ atlatıp”, “çağı yakalatabilecek”!) düşünsel kestirmeleri göremiyor. İktidar zaten başından beri “zamanın ruhunu” ret veya istismar ediyor. Belli ki fizikteki “zamanın eğip-bükümü” ibaresinden, “ters-U dönüşü” filan anlıyor. Üstelik, bunu 21. yy dinamik ve hızlı uluslararası siyaset ve diplomasi trafiğinin ortasında, ani ve sert direksiyon kırmaları ile yapmaya çalışıyor. Böyle “drift” manevraları ile “güçlü ülke” havası atmak için bile olsa, oradan oraya savrulması ise, en hafif tabir ile hayli “ironik” kaçıyor! Öte yandan, bütün bu davranışlar Cumhuriyet toplumunun bireysel/kolektif öznel karakterinin ilk yüz yılı sonunda ortaya çıkmış tablosu (bkz. VIII) ile son derece uyumlu elbette. Nitekim, yeni bir seçim arifesinde, oy dağılımı hesaplarının, aday isimlerinin havada uçuştuğu; hem kafaların adamakıllı karıştığı, hem de umutların yeşerdiği bir siyaset ortamında, halk-lider eşleşmesi ve tutunumu (bkz. IX ) konusuna aynı sebeple değindim. Zira, daha fazla zaman kaybedebilecek lüksümüz yok! Tarihsel zaman geriye döndürülemez! Dolayısıyla bu diziyi çekirdek metafor olarak “sınır” kavramı (bkz. I) etrafında kurgulamam da tesadüfi değil: Türkiye toplumu, artık evrensel veya yerel, değişebilir veya değişmez, güçlü veya güçsüz, sıradan veya özgün yanları ile; özetle kendisiyle dürüstçe “tanışmak” durumunda. Uluslararası arenada bir “sınır” ülke olarak ve bu gayet meşru “sınır/da” ve “arada” kimliğini kabullenmesi, 21. yy’da başarılı olması için son derece önemli.  Bu “aradalık” (in-betweenness) kendilik-tarzı (self-style) ile barışık ve güvenli olarak, tüm toplumsal kurumları içindeki ve arasındaki çeşitli sınırları iyi yönetmesi gerekli. (bkz., II, III, IV, V, VII ) Ancak bu şekilde, yani küyerel hadlerini iyi bilerek ve (t)aşmamayı becererek; demokratik toplumsal sermayesini, gücünü ve performansını; ayarlı, dengeli, sağlam ve sağlıklı adımlarla geliştirmeye devam etmesi olanaklı. Kısacası, varlığını/bekasını uluslararası ilişkilerden iç güvenlik meselelerine kadar gerçek sınırlarını gerçekçi biçimde değerlendirerek, doğru öğrenerek ve yeni beceriler kazanarak; kendisi için “iyi” (ahlaki), “doğru” (epistemolojik), “geçerli” (ontolojik), “anlamlı” (semantik), “güzel” (estetik) ve “faydalı” (pragmatik) olanı yaparak sürdürmek zorunda. Dahası ve en önemlisi, sanırım sıcak siyaset için de anlamlısı; bugün Türkiye’de toplumun büyük ve tamamen yok sayılan bir kısmının- seçim anketleri her ne söylüyor veya söyleyecek olursa olsun bu çözümlemelerim açısından- çeşitli sınırlarla bölünmüş” ikicil uç değerlerin” (ör., aşıdan ittifaklara kadar) ortasında konumlanması. Çeşitli paradokslarla “arada”; yani ikicil taraflar arasında “arafta” kalması. Engellenmişliği ve öfkesi de nüfusu da giderek büyüyebilecek bu kesimin, kültürel olarak acıya tahammüle alıştırılmış ve siyaseten “dilsiz” bırakılmış olması. Cumhur İttifakı’nın, Millet İttifakı’nın veya “Üçüncü Yol” arayışları ile HDP’nin yanına çekmeye (= oylarını almaya) çalıştığı da bu kesim elbette. Fakat kısa vadede, araçsal seçim ittifaklarının ötesine geçip, geniş tabanlı ve sahici bir demokratikleşme oydaşması için çalışan ve bu kesimin güvenini kazanan partiler kazanır ve Türkiye’ye de kazandırır. Orta vadede ise Türkiye’nin mutlaka gerçekleştirmesi gereken ve adaletsiz dünyaya egemen olan “muhafazakâr, eril ve ikicil dil”in aşılması (bkz. “Ortak dil”, Daktilo1984). Aksi takdirde, ikinci yüzyılına demokratikleşeme bilinci ve özgürleşme arzusu ile devam edebilmesi oldukça güçleşir. Dahası, tüm mevcut paradoksları daha da derinleşir; ayrışmış kesimler arasındaki makaslar açılır ve toplum bir uçtan diğer uca kilitlenir. Öte yandan, geleceğe dönük bu ciddi olasılığı, kötümserlik veya umutsuzluk değil; sadece “eleştirel gerçekçi” bir uyarı olarak almalı. Zira, Türkiye’de toplumun, tıpkı “ikicil değil, fakat iki dilli” ortamlarda; gecikmeli, fakat iki dili de birdenbire ve akıcı konuşmaya başlayan çocuklar gibi; müthiş bir sıçrama gerçekleştirmemesi ve paradoksları aşmaması için pek bir sebep yok.