Dizinin son yazısında [1], alternatif bir bakış açısıyla ve Türkiye’de toplumun 21. yüzyılın bu noktasında sergilediği, “sınır/da” (borderline) karakterinin tipolojideki diğerlerinden ayırt edici bazı özelliklerini sıralamıştım. Zira gerek popüler kültürde, gerekse eleştirel sosyal kuramda kullanılan ve sorgusuz sualsiz bir önkabulle üstüne çeşitli çözümlemeler inşa edilen “milli karakter” kavramı, en az üç bakımdan sorunlu: (1) Bu yargı, özcü (essentialist) olmakla kalmayıp farklı millet, etnik ve dil çeşitliliğinin çok olduğu şu toplumda, ırkçı politikalara hizmet eder. (2) Durağan dünya görüşü anlayışıyla, toplumun dinamik konjonktürel koşullara göre demokratik değişimlerine de kapalıdır. (3) Nitekim sosyal kuram literatüründe “otoriteryen kişilik” şeklinde betimlenir - ki içerik açısından yetersiz ve (meta)kuramsal çözümleme olarak da yanlıştır. Dolayısıyla, coğrafyanın kader ve kolektif karakterin fıtrat olmadığından da söz etmiştim. Tekrar vurgulamak gerekirse eğer, esas önemli olan; toplumun, değiş(k)en tarihsel bağlamlara göre, kendi karakter(istik) özellikleriyle tanışık ve barışık olarak, zayıf ve güçlü yanlarını ne şekilde yönettiği ve toplumsal gelişimsel görevlerini başarılı biçimde ve takvim beklentilerine göre zamanında yerine getirip getirmediğidir. TERMİNOLOJİK TİTİZLİK VE KAVRAMSAL SINIRLAR Bu demokratik toplumlaşma görevlerinden bir tanesi, ulus-devletin siyasal kimlik gelişimidir. Benzer kolektif karakterdeki iki ülke, farklı toplumsal kimlikler geliştirdiklerinde; gerek toplumsal kurumlarının yapılanması ve sistemik işleyişleri, gerekse uluslararası ilişkilerindeki müzakere ve pazarlıkları da ona göre farklı olabilecektir. Nitekim, ulus-devletlerin kuruluş döneminde yükselen vatanseverlik ve milliyetçilik, sağlıklı (birincil veya temel narsisizm), hatta zorunludur. Atatürk’ün “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” veya “…Türk milleti çalışkandır; Türk milleti zekidir.” sözlerinde olduğu gibi uluslaşma serüveni için yüksek motive edici değeri vardır. Fakat, bir asır sonra aynı toplumun ulaşması beklenen demokratik gelişimsel olgunluk seviyesi yerine veya demokratik toplumlaşma ölçütleri açısından, vatan, bayrak, vb sembol fetişizmi, yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve kendinden olmayan çeşitli kimliklere karşı nefret söylemleri gibi göstergelerle seyreden her türlü milliyetçilik; son derece sağlıksız (anormal veya patolojik narsissizm), hatta hastalıklıdır. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti içerde ve dışarda sürekli ikicillikler arasında sıkışıp kalmış ve kimlik bunalımını henüz aşamamış bir ülke. İçerde; çok milletli, etnisiteli, dilli, dinli ve kültürlü Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanıp küçülmesiyle oluşmuş Cumhuriyet toplumunun yüz yıllık uluslaşma serüveninde, her açıdan çeşitliliği yüksek nüfus dokusu ile hala Türk kimliği meselesi hassasiyetini korumakta. Türk/Kürt, Sünni/Alevi, laik/dindar, Müslim/gayri müslim, yerli/yabancı gibi ikicil ve çatışmalı konular, Cumhur İttifakı’nın “yerli ve milli” ve muhalefetin karşıt-bağımlı politik siyasi söylemleri ile daha da ön plana çıktı ve hızla çözümsüzlüğe doğru gitti, gidiyor. Özellikle, 1980’lerden itibaren postmodernizmle birlikte yükselen ve tüm dünyaya yayılan “kimlik politikaları” ile tüm alanlarda kimlik milliyetçiliği tehlikeli bir boyut kazandığından daha da dikkatli olmak gerekiyor. Keza dışarda ise, egemen Batı/İslam ikicil söylemi - ki tüm siyasi asimetriler de bir yana, mantıki bakışıklık açısından bile karşılaştırılan çiftin, Yahudi-Hristiyan/İslam olması gerekir – başta AB ile (umutsuz “üyelik” hayalli) ilişkiler olmak üzere hep sorunlu idi. Şimdi Afganistan’dan ABD’nin sorunlu geri çekilmesi ile, NATO üyesi olan ve AKP yönetimindeki Türkiye’nin, şu Talibanlı ve COVID sonrası daha da yarılmış dünyada, yeni düzen arayışı devrinde, kimlik tercihlerini ne şekilde yapacağı, yine yoğun bir baskı kaynağı oldu. Bu gidişle; yani yüzyıllık tarihsel ulus-devlet deneyimlerinin sonunda tüm kartlarını yeniden karıp, rol modeli ülkeleri arkasında bırakıp kendinin (ne Batı/cı, ne Doğulu/İslamcı) çoğulcu ve esnek meşru kimliğiyle özdeşleşmedikçe, bulanıklık ve bunaltı daha da sürecek. O bakımdan, toplumsal, siyasi veya kültürel kimlikler meselesi önemli ve apayrı bir yazı konusu. Fakat başka ve önemli bir “sınır yönetişimi” meselesine geçmeden önce şu noktayı şimdiden vurgulamakta yarar olabilir: Gerek gündelik popüler veya entelektüel dilde, gerekse çeşitli disiplinlerden akademikler tarafından veya bizzat ilgili profesyoneller arasında; karakter (character), kimlik (identity), benlik (ego), kişilik (personality), kendilik (self) gibi teknik terimlerin, birbirlerinin yerine ve gelişi güzel kullanılıyor olması, hiç de önemsenmeyecek bir ayrıntı değil. Ayrıca, çeşitli teknik veya başka terimlerin işaret ettiği kavramları doğru kavramadan yapılan ve sözcüklerin; (i) yüzeysel, hatta fonotik, (ii) sözlük anlamına bakılarak ve (iii) bir uzmanlık alanından diğerine rastgele veya salt kendi geçici kullanımları için pragmatik işlevi gözetilerek, yapılan çeviri, alımlama ve eğretilemeler, orta ve uzun vadede ciddi sorunlar yaratır. En başta da, genel eğitim seviyesi - ki eğitim; asla okullu veya diplomalı olmaya indirgenemez - düşük ve dağılımı son derece dengesiz olan Türkiye gibi çeşitliliği yüksek bir toplum için; uzmanlıklar arasında veya toplumsal iletişim açısından, kargaşayı ve daha da önemlisi bilimsel bilgide tıkanıklığı veya geri kalmayı ve kolektif cehaleti getirir. Bu şekilde ne demokrasi, ne toplumsal ahlak ve huzur, ne insanlık gelişir. UZMANLIKLAR ARASI SINIRLAR Nitekim bu konuda çabuk bir durum saptaması için salt şu son haftalarda gündelik yaşamda, geleneksel veya sosyal medyada herhangi bir ana bakmak yeterli. Haklı veya haksız gerekçelerle hiç bir otoriteye saygı ve güven kalmadı. Uzmanlık bilgisi ve akıl selim sahibi olanlarla olmayanların görüş veya önerileri birbirine giriyor: Ormanlar bilmem kaçıncı kez yanıyor; hala hangi orman yangınına havadan, hangisine helikopterle hangisine uçakla ve ne zaman, yerden kimlerle müdahale edilir; hangi yanan ağaçların yerine hangi ağaç fidesi dikilir veya dikilmez, ıslah nasıl yapılır ve benzeri açıklamalar birbirine karışıyor. Bilmem kaçıncı kez sel felaketi oluyor; neden dere yatağına inşaat, yapılarda statik ve diğer hesaplamalar ve yollarda jeolojik incelemeler yapılmaz, inşaatta bilmem kaç cm demir çubuklar ve çimento harcında çimento harcında deniz kumu kullanılmaz, ıslahat ve HES nerelerde yapılmaz gibi konularda her kafadan bir ses çıkıyor. Tek tük nitelikli ve estetik mimari yapılar dışında, yeni yapılan camiden şehir heykeline kadar neredeyse hemen her örnek eskisini aratacak kadar kötü, kültürel zevkleri tartışmayacaklar için ise işlev yoksunu. Depreme dayanıklılık ve “kentsel dönüşüm” gerçeği ayrı hikaye. Sonuç ortada; ne uzmanlık gerektiren ve doğru bilgiyi toplumsal pratiklere aktarmak var, ne de evrensel standartlara kulak asmak. Ayrıca, COVID vesilesiyle sözüm ona bir Bilim Kurulu oluşturuldu, örneğin. Fakat önleyici sağlık anlayışından, pandemi ve aşı yönetimi gibi konulara kadar, hem hangi (alt)uzmanlık alanlarının dahil edilmesi gerekliliği, hem de (alt)uzmanlıklar arası işbölümü, etkileşim ve sınır yönetişiminin, en iyi eğitimli ve başarılı hekimleri ile övünen toplumda ne kadar ilkel seviyede olduğu da ortaya çıktı. Üstelik bir buçuk yıldan fazla zamandır tecrübeye rağmen tartışılan aynı konular ve kararsızlık sürerken, okulların açılması söz konusu iken, hala eğitimcilerin görüşü kaale alınmıyor. Elbette iktidardaki yöneticilerle etkileşim ve olguya özgü bilinmezlikler gibi konuları ayrı bir yana koydum. Öte yandan, modern bilim ve tıp da evren ve doğa karşısında haddini bilmeyerek, bilmek istemeyerek, “bilmiyorum”, “bilinemez”, vb diyemediği için biraz da, bu durum böyledir. Bilimsel bilginin kendini çaresiz hissedeceği konular; inceleme alanını manipüle ederek açıklamak, yordamak, kontrol etmek gibi iddialarından vaz geçmeyip, anlamaya çalışmak tevazusunu gösteremedikçe, giderek daha da çoğalacaktır. Modernite, aynı zamanda da bir uzmanlaşma; yani bilgide de giderek daha hızla parçalanma, ayrışma, özelleşme ve bütünsellikten, daha da önemlisi hakikatten, uzaklaşma tarihidir. Nitekim modernizm eleştirilerinin başında da, bu uzmanlık meselesinin en başta uzman kişilerin kendileri tarafından bilgilerinin sınırlarını aşarak, yani alanlarının haddini bilmeyerek, şovenlik derecesinde fazla ciddiye alınması gelir. Alan bilgisini dogmatikleştirmek ve içinde hapsolmak, profesyonel deformasyondan farklı ve daha zararlı bir meseledir. O halde, akademik disiplinler arası yarı geçirgen ve akışkan sınırlar konusunu da bir sonraki yazıda ele alım. - [1] https://www.politikyol.com/demokrasi-haddini-bilmekle-olur-iv/