Demokrasi haddini bilmekle olur! (III)
Aydan Gülerce
Yangınlar, seller, pandemik varyantlar, müsülajlı denizler, deprem gerçeği, göçmen/sığınmacı sorunları, iflas etmiş ekonomi, ulustan saklanan devlet sırları, dezenformasyon bombardımanı, sanrılı ve sancılı hayaller gibi ciddi toplumsal tehlikeler kolay kolay dineceğe benzemiyor. Ülkede yaşanan krizler ister kronik, ister akut olsun, böyle kriz yönetimi olmaz. Zaten bu sistem de böyle gitmez, sürdürülemez. İster bizde, ister dünyada.
Ülkede gözlemlenen ufak tefek yığınla gösterge, salt iktidarın suyunun ısındığına işaret etmiyor. Toplumsal öfke kazanı epeydir fokur fokur kaynamakta. Fakat, muhalefetin kendince siyasi hesapları köklü adımlar atmasına engel. Böylece, bu birikmiş muazzam (potansiyel) toplumsal enerjiyi; yapıcı, iyileştirici ve kalıcı dönüşümler için harekete geçirmesine, yönlendirmesine ve yönetmesine olanak vermiyor.
Eğer bir ülke, iktidara/muhalefete, iç/dış düşmana, kendine/ötekine okunan lanet/küfürlerle çalışabilseydi; Türkiye, çoktan dünyanın en güçlü ulus-devleti olurdu!
Diyelim ki, yarın tüm yetki ve sorumlulukları tek elde toplamış ve aşırı kişiselleştirilmiş iktidar birden bire yok oldu. Veya yönetim (erken?) seçimle el değiştirdi. O takdirde ittifaklı veya ittifaksız muhalefetin, ne yapabileceğinin en ufak bir emaresi veya güvencesi yok. Kim başkan adayını, demokratik çalışan parlamento hayalini, kendi kadrolarını nasıl kurgularsa kurgulasın. Bu gündemlerin laf kalabalığı, kafa karışıklığı ve zaman kaybından başka hiç bir işlevi yok.
Kaldı ki, hiç bir böylesine yarılmış, yarısını karşısına almış veya geride bırakmış; sadece kin, husumet ve hınçla beslenen inatçı bir zihniyetle, toplum kendini asla dönüştüremez. Yani ne kadar bukalemun kılıklı bile olursa olsun, yarısı kopmuş bir kertenkele gibi, rejenere edemez. Zaten kim baş, kim kuyruk olacak/olmalı, o da belli değil!
Ayrıca, toplumun yöneti(şi)m alışkanlıklarının, üstüne çökülmüş ve çökmüş devletin, çürümüş kurumlarının, tükenmiş kaynaklarının, niteliği vasatın çok altına inmiş insan gücünün iyileştirilmesi, kolay ve çabuk olacağa benzemiyor. Ne yazık ki, tek tük iyi yetişmiş bireyler, dışardan ithal oyuncular ve transfer teknik direktörler ile belki iyi futbol oynanabilse bile, tüm ülke birden gelişemez; iyileşemez.
Toplumun bazı kilit konularda idrak kanalları tıkalı. “İktidar/muhalefet” veya “tüm gücü tekelinde toplamış yönetici/edilgen ve zayıf yönetilen” gibi ayrımların ve sığ didişmelerin ötesine geçmek elzem. Toplum, ülkenin kaderinin iplerini kendi eline almak ve artık olgunlaşmak zorunda.
O halde biz de, toplumda bir asır boyunca tekrarlana tekrarlana nasıra dönüşmüş ve arka planda kalmış demokratikleşme sorunlarımızın, dirençli yapısal ve sistemik temellerine dönelim. Bunları sıcak gündemi ön planda tutarak ve “sınır” ana metaforu etrafında özetlememizi sürdürelim.
NORMAL VE ANORMAL ARASINDAKİ SINIRLAR
Hemen her toplumsal alandaki ölçülebilir maddi kayıpların değeri, gün geçtikçe artıyor. Ciddi cehalet, ihmal, sorumsuzluk ve liyakatsizlik sonucu, paha biçilemeyecek ve kolay yerine konulamayacak kayıplar ise korkunç seviyede.
Ormanlarla birlikte yanan, sellerle birlikte sürüklenen, deprem korkusuyla yok olan, dezenformasyonla birlikte eriyen; doğal, toplumsal ve kültürel değerler, insanların geçmiş birikimleri, gelecek umutları ve acılara şimdi dayanma güçleri!
Küresel ısınma ve coğrafya başta olmak üzere, tüm “elde olmayan sebepler ve talihsiz koşulların” etkisi birden ne kadar artmış, insani iyi niyet ve gayretler ne kadar çok olursa olsun, mevcut durum kesinlikle “normal” değil.
Bu genel tabloyu esas “anormal” kılan ve alarm zilleri çaldıran ise, salt kötü kriz yönetimleri, öngörülebilir felaketlere hazırlıksızlığı, vs değil. Hepsinden daha da önemlisi, felaketler karşısında başa çıkmak için neler yaptığı, ne gibi tepkiler verdiği, sonrasında ne öğrendiği ve nasıl ussallaştırdığına dair saptamalar.
Öte yandan, son derece göreli kavramlar olan “normal” ve “anormal”, kültüre hakim ahlaki değerlerden tutun da, toplumsal işleyişe egemen ve yürürlükteki sosyal normlar veya her hangi bir ölçülebilir istatistiki değerin ülke nüfusundaki dağılımına kadar, çok çeşitli açılardan tanımlanabilir. Her halükarda, başat (eril, ikicil ve mutlak) düşünce açısından; süreksiz (discontinuous) kategorilermiş gibi, yani ya normal/ya da anormal şeklinde kurgulanır.
Oysa, bunların gerçek yaşamdaki karşılıkları, çoğunlukla böyle ya iyi/ya kötü gibi ikicil (dichotomic; either/or) ve biri diğerinin tam zıddı kutuplar şeklinde değildir. Yine de, iyi ve kötü gibi ikili (dual; both/and) uç değer arasında dereceli olarak sürekli (continuous) kaymakla birlikte; evrensel, mutlak ve sabit bir kesim noktası da söz konusu olamaz.
Fakat, dağılımdaki değerlerin bu uç noktalara yaklaşması, genel tabloyu iyi veya kötü yönünde belirginleştirir. Bazen de her hangi bir boyutta son derece küçük ve önemsizmiş gibi duran bir mikro/nano niceliksel fark, birden anlamlı bir sıçrama ile önemli bir niteliksel değişime yol açabilir. Tıpkı bir kaleydoskoptaki örüntünün değişmesi gibi. Elbette dönüşümler, normalden anormale olabileceği gibi, tam tersi veya beklenmedik bir yönde ve boyutta da olabilir.
Zaten, herhangi bir oluşumun bütünü için, tek bir boyutta veya ölçüt ile (a)normal değerlendirmesi yapılmaz elbette. Nitekim, normal ve anormal arasındaki ayırt edici sınır işlevini gören ve ince çizgiyi çizen de, işte böyle farklı ve çoklu boyutlardaki “eşik” gösterge noktalardır.
SICAK SİYASİ DEĞERLENDİRMENİN SINIRLARI
Öte yandan, bireylerinin değerler toplamından - fazla veya az, hiç fark etmeksizin - “farklı” (dinamik bir Gestalt) olan toplumu, kolektif bir değişim birimi olarak almam yadırganabilir.
Top yekün davranışına bakmak, özellikle de, “toplumu okuyan” siyasetçilerin, iktidar veya muhalefette bir kötüyü sebep, hedef veya bahane gösterip, fatura çıkaran ve ulu orta dedikodusundan veya halka şikayetten başka bir şey yapmayan, egemen siyaset anlayışının dışında kaldığı için.
Bazı “sosyal ve siyaset bilimciler” ise alışılagelmiş popülist istatistikli araştırmaların veya toplumun nabzını tutan analizlerin sıklıkla yaptığı homojenleştirme gibi; sanki arızalı, sorumlu, hatalı, suçlu, vb olanları, olmayanlardan ayırt etmiyormuşcasına, yani “kurunun yanında yaş da yanıyormuş” gibi bir endişe duyabilir.
Oysa, böyle bir değerlendirme, her ne kadar “ya biz/ya onlar” ayrımına alışmışlara ve her türlü yüzleşmeden kaçanlara baştan boğucu gelebilse de; yönetişimin yetki ve sorumluluklarını orantılı olarak paylaştırmaya yarar. Üstelik, tam da o sebeple, yani sorunların ve sorumlulukların temel kaynaklarını daha net ayrıştırmak için yapılır. Görünürdeki yönetim aksaklıkları kadar, hatta öncelikle; katılımcı, kapsayıcı ve çoğulcu demokrasi açısından, yapısal ve sistemik sorunlara bakar.
Her hangi bir demokratik ulus-devletin; iyi, güçlü, yetkin, gelişmiş ve sağlıklı olup olmadığı, belli bazı ana eksenlerdeki çok boyutlu yapısal-sistemik durumunun değerlendirilmesi ile yapılabilir. Bunlarda sergilediği genel profil yardımı ile de, iyileştirme girişimlerinin önceliği, yönü, içeriği ve derecesi gibi konularda bilgi sahibi olunur.
Nitekim, toplumcu eylem planları ve programlar o toplumun kendi dönüşümsel göstergelerine ve limitlerine bakılarak tasarlanır. Salt küresel (neo)kapitalizmin özendirdiği veya dayattığı “eski/yeni” politik ekonomi odaklı ve teknoloji bağımlı, evrenselci ve standart bir kalkınma ajandasına göre değil! Bu genel değerlendirme eksenlerini, Türkiye özgül bağlamında ayrı (belki de dizi) yazılarda ele alacağım.
Fakat, bunlardan bir tanesi; doğrudan bir ulus-devletin dışarısı ile ve içerideki muhtelif sınırlarının yönetişimi ile ilgili. Bir toplumun farklı ama ilintili değişik boyutlarda ve düzlemlerde; gerçek kapasitesini, potansiyel ve mevcut gücünün sınırlarını doğru değerlendirmesi elbette çok önemli.
Haddini bilmek, nerede ve ne zaman durup, nasıl ve ne yönde ilerleyeceğini bilmek ve iç/dış hamlelerini iyi yönetmek şart. Zaten, şu an Türkiye’nin en kötü/anormal dereceye varmış ve hayati (beka?) önemde öne çıkan göstergeleri de aynı ve doğrudan her türlü sınırları ilgilendiren yönetişim ekseninde toplandığı için, bu dizi de önceliği ona verdi.
Toplum hızla yabancılaşmış, artık hakikatten kopmaya, kendini yakmaya, yıkıp yok etmeye başlamış ve ancak olağan dışı ve dramatik boyutlardaki durumlarda, donukluktan bir nebze çıkabiliyor. Eli, kolu, dili, basireti bağlı! Ülkedeki bu vahşi yönetişim sefaleti ve bazen görünürde empatik, ama genel olarak apatik tablonun (a)normallik sınırını aşan, hatta alarm zilleri çaldıran vahameti ise, üzerinde acilen ve mutlaka durmamız gereken bir gerçek.
Bu da, zaman-alan sınırının dibine geldiğimiz bu yazıyı burada noktalayıp, bir sonrakine bu “sınır” noktasından başlamamız demek.
Yorumlar
Popüler Haberler
Atatürk Havalimanı Katliamı: Ağırlaştırılmış müebbet alan IŞİD'liler tahliye edildi
'Ölünce beni kim yıkayacak?': TRT'nin reklam panoları tepki topladı
Komisyonda mikrofonlar açık unutuldu: 'Çok yanlış yaptı Bakan Hanım'
AK Partili Belediye Başkanı, AK Parti ilçe başkanını Ülkü Ocakları üyelerine dövdürdü
Bakan Fidan: HTŞ, yıllardır bizimle işbirliği içinde oldu
İstanbul'da deprem meydana geldi