Lozan Antlaşması’nın 98. yıldönümünü - arada bazı abuk ve trajikomik cızırtılar yine çıktıysa da - henüz kutladık. Özerkleşme, modernleşme, özgürleşme, kısacası demokratikleşme serüvenimizin tarihsel seyrini hatırladık. Bugün, önemli bir tarihsel dönemeçte olduğumuzu nihayet ve bir kez daha fark ettik. Fakat ne yazık ki duyulanlar, sevinç filan değil; öfke veya imdat çığlıkları. TEK BİR METAFOR YETERLİ Boğucu sıcak gündemi işgal eden konuları tek tek ele almaya ne sabır, ne bellek, ne yazılar, ne tartışma programları, ne de zaman yetiyor. Biriktikçe de iyice çözümsüzlermiş gibi duruyorlar. Böylece siyasetçileri de, halkı da bunaltıyor ve yıldırıyorlar. O bakımdan, bu mini yazı dizisinde, Türkiye’nin sorunlarının birbirlerini, iç içe geçmiş ve karşılıklı bağımlı ilişkilerle belirledikleri üzerinde duracağım. Kolektif siyasi içgörü geliştirmenin hayati önemine dikkat çekeceğim. Çünkü böyle bir kavramsallaştırmanın ve bilincin, uluslararası ilişkilerden, ülke içi siyasete ve kişilerarası ilişkilere kadar, işleri kolaylaştıracağı umudumu sürdüreceğim. Hatta tek bir metafor yeterli diyerek; hepsini onun etrafında toplayacağım: Sınır! Tüm küyerel demokratikleşme sorunlarımızın temelindeki “had” kavramını, farklı kullanım anlamları ile ele alacağım. ULUSLARARASI SINIRLAR VE GÖÇLER Genom çalışmaları, evrim tarihini ister Afrika’dan, isterse çok bölgeden başlatsın; göç olgusu insanlık tarihi kadar eski. Sebepler de günümüzdekilerle aynı: Savaş, iklim, üretim, ekonomi, sosyal refah ve benzeri. Son pandemi bir kez daha gösteriyor ki bu sebepler de, bireysel veya kitlesel göçler de çoğalacak. Nüfus büyüdükçe, iklim krizi artıkça, doğa sorumsuzca kirletilip yok edildikçe; başta su ve temiz hava olmak üzere, hep verili kabul edilen doğal ve insani kültürel kaynaklar azalacak. Gelişen teknolojiler ve yenilikler, emperyalist kapitale hizmet ettikçe de, eşitsizlik, üretimsizlik, mutsuzluk ve elbette hakça paylaşamamaktan ötürü şiddet ve vahşet de artacak. Politik ekonomi odaklı ve (tek/çok) merkezden çevreye yayılmacı dünya sistemi modeli çürüdü. Statik, doğrusal, tek yönlü, taraflı, düzlemli, boyutlu ve kapalı sistemik küreselleşme anlayışının sonuna gelindi. Benzeşik “küresel köy” fantazili kalkınmacı gelişme söylemi de çoktan iflas etti. Birleşmiş Milletler’in zaten barışı veya diğer uluslar arası düzenlemeleri sağlama ve sürdürülebilir gelişme programlarının etkisizliği zaten biliniyordu. Şimdilerdeki çırpınışları ortada. Çevre ve demokrasi bilinci yüksek, çok daha güçlü uluslararası, devletler ötesi kolektif hareketlere ve etkili dayanışmalara, her geçen gün daha çok gereksinim duyuluyor. Bunlar eşzamanlı olarak çoğulcu, özgürlükçü ve eşitlikçi olmak zorundalar. Öte yandan, başta “güçlüler” olmak üzere, ülkeler çeşitli normal pasaport ve vize siyasetleri, şimdi de aşı üzerinden muhtelif stratejilerle, istenmeyen göçmenlere kapılarını kapalı tutmaya çalışıyorlar. Hem kaynaklarını çoğaltmaya, hem de oralardan göç dalgalarını çeşitli siyasi manevralarla önlemeye çalışıyorlar. Ülkelerin demokratikleşme derecesine göre, asimilasyon, entegrasyon, çok kültürlülük, vb politikaları da çeşitlik gösteriyor. Hepsinin odağında, ucuz emek sömürüsü, genç ve nitelikli nüfus, siyasi koz ve pazarlık gücü gibi “getiri” ve toplumsal güven, huzur, kültür gibi  “götürü” hesapları var. Zira göçler, ulus-devletlerin siyasi yönetsel becerilerini yükselmesi beklenen şu iki noktada sınamayı sürdürecek: (1) Kendi topraklarını, kaynaklarını ve yurttaşlarının refahını koruma arzuları ile sınır düzenleyici ve göç politikaları. (2) Özcü yerellik, yerlilik, milliyetçilik, ayrımcılık, ırkçılık, yabancı düşmanlığı vb söylemlerine bağlı iç çatışmalar ve şiddet. GÖÇEN VE GÖÇ ALAN TOPLUM Bugünkü tablo, ne yazık ki Türkiye’nin her iki konuda da başarısız olduğundan başka bir çıkarsamaya götüremiyor bizi. Adına mülteci, düzenli göçmen, sığınmacı, misafir, mülk sahibi yabancı seçmen ve benzeri her ne denirse densin; işimiz çok zor. Fakat içinden çıkılamaz; bu en kötü koşullar yeniden ve daha ilkeli düzenlenemez değil. Ülkemiz uzun yıllardır göç alıyor. Son yıllarda uyruk, nitelik ve iş kolları çeşitliliğinde, sayılarda ve daha da önemlisi verdiği toplumsal endişede kayda değer bir artış oldu. Salt son iki senelik uluslararası istatistiklere göre baş sıraları alanların uyruklarına ve oranlarına (%) göre dizilimi şöyle: Irak (14,5), Türkmenistan (13,8), Afganistan (8,2), Suriye (7,5) İran (7,3). 2013’ten bu yana en çok Suriyeli sığınmacı göçmen kabul etmiş toplumuz. Merkel, artık savaşın bittiğini, zorunlu göç koşullarının kalktığını, Bayram’da evlerine gidebilmiş 500 bin Suriyelinin “misafirliklerinin” de artık bittiğini söylüyor. Benzer bir mantıkla itirazlar bizde de yükseldi. İyi bakamayacağı ve günümüze uygun nitelikte yetiştiremeyeceği, kaynakları belli toplumlar; yetişkin yaşlarda göçmen almak şöyle dursun, kendi çocuklarını bile yapmaktan imtina ederler. Değişen koşullara göre nüfus planlamaları ve düzenlemeleri yaparlar. Bu bir kapasite meselesidir. Bu kapasite de zaten, salt doyurulucak boğaz ve işsizlik gibi klişe göstergelerle saptanamaz. Sosyal mobilite hakkı ve özgürlüğü olanlara, ithal/ihraç edilen mallar veya şeyler gözüyle bakılamaz. Yerleşik insanlara da; istemli veya istemsiz, zorunlu düzenli veya düzensiz göçmen olmuş insanlara da; birer istatistik, siyasi “faktör” veya “araç” gibi yaklaşılamaz. Başka bir deyişle de, bu da göç alma kapasitesini, doğru bilgiye ve sağlam muhakemeye dayalı olarak idrak edebilme kapasitesidir. Sonuç olarak, Türkiye’nin kendi göç alma ve düzenleme kapasitesini, ne kadar bildiği ve tartabildiği, sınırlarını kime, ne zaman açıp kapatabildiği ortada. Bu da ‘demokratik toplum ve yaşam için haddini bilmek gerekir’ dememin, belirli bir anlamı veya örneği. SINIR ÜLKE SİYASETİ VE AHLAKI Orta Asya’dan göç edenler ve Anadolu’daki mevcut eski uygarlıklarla kaynaşmış köklü bir kültürel tarih-coğrafya ve nüfus üzerinde kurulmuş olan bu toplum, varoluşsal olarak bir sınır ülke zaten. Başka bir deyişle, sınır ülke olması, salt başlangıç koşullarını belirleyen coğrafyanın kendi kaderi olması anlamında değil! Türkiye, aynı zamanda da, bu ülke topraklarının jeopolitik stratejik öneminin verdiği sınırsız avantaj ve dezavantajlarını, tarihte nasıl kullanabildiği ile belirlenmiş, kültürel siyasi karakteri anlamında da bir sınır ülke. Yani dinlerin, kültürlerin, modern-feodal değerlerin, tarihsel toplumsal yapıların, değişken siyasi konjonktürel koşulların, dolayısıyla da yüksek güç ve göç ilişkilerinin göbeğinde. Yani kendisi başlı başına bir sınır, tampon, uluslararası stres emici bir yastık. Ulus-devletin farklı türden bazı sınırları oldukça geçirgen ve hatta yok denecek kadar esnek. Kendinin katı sınırları olmayan, kabın veya başkasının sınırına kadar yayılan sıvılar gibi akışkan. Başka bazı bakımlardan da son derece katı, dirençli, müzakereye veya kendiliğinden değişime kapalı ve muhafazakar. O bakımdan da işte, Türkiye kendinin güçlü kozları ve zaaflarıyla, kolektif kültürel kimliğiyle tanışana, bazı toplumsal alışkanlıklarını bırakana ve yeni siyasi beceriler edinene kadar da, bu sınırda karakterin aradalık (“in-betweenness) hali ve uçlar/kutuplar arasındaki salınımları süregidecek. Peki ne mi yapmak lazım? (1) NATO için geçmişte Kore’de, dün Suriye’de, şimdi ve yarın da Afganistan’da “ne işim var(dı); ne işime yaradı veya yarayacak?” sorularının serinkanlılıkla ve gerçekçi kolektif  akılla tartışılması lazım. (2) Kimin önerisi, azmettirişi, maşası veya gönüllü atılganlığı olduğu, salt fatura kesmek içinse, şimdilik çok da bir işe yaramaz konular. Başkalarının kendisi için biçtiği “uluslararası oyuncu” rolünün senaryolarının dışına çıkamadıkça, özerklikten ve özgürlükten söz etmenin olanaksızlığını kavramak lazım. (3) Öncelikle ideolojik körlüğün ve kendine sürekli bir öteki aradıkça da bulan öfkenin, içgörü ve yetkinlik geliştirmeye engel olmasını önlemek lazım. (4) Fakat öncelikle “çomak sokmaktan kolay vazgeçemediği arı kovanlarından kaçan arılardan”, kendinin kolay kaçamayacağını ve sokulmaktan kurtulamayacağını idrak etmek lazım. (5)Türkiye’nin, “ardına kadar açık kapı“ veya “kapı çarpıp çıkma” dış ve iç siyasi tavırları arasındaki duygusal ve fevri dalgalanmaları görmek lazım. (6) Dış veya iç siyasette kendine örnek rol modeli aldığı büyüklerinin matah olmadığını, bir yandan hipokrasi ve anti-emperyalism serzenişlerle popülizm yaparken, bir yandan da onlarla özdeşleşip, üstelik çok daha ahmakça taklit ettiği ile yüzleşmek lazım. (7) Dolayısıyla, kendisi tam da bir "yol geçen veya parası alınan konaklar hanı" gibi davranmaktayken, yukarıda yazdığım anlaşılabilir sebeplerle  Angela Merkel’in Suriyeli veya taze olarak da Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz'un Afgan mültecilere ilişkin demecine, milliyetçi gurur öfkesini boşaltmamak lazım. (8) Özellikle “dış kapının mandalı” olması gereken durumlara gereksiz müdahalelerinin sonuçlarını daha davranmadan önce öngörebilmek lazım. (9) Sonuç olarak bu bakımdan da “yavru vatan” dahil, nerede duracağını, sınırlarını; yani bu anlamda da “haddini bilmek” lazım! (10) Asla umutsuzluğa kapılmadan ve yılmadan, fakat sürekli öğrenerek, daha iyi ve yeni becerileri denemek lazım.