Kılıçdaroğlu’nun hemen yanı başına çöreklenmiş pek çok “parti içi küçük iktidar alan sahipleri” bu sonuçtan vareste mi? Bilmediğim için soruyorum; pek çoğu neredeyse “ömür boyu” milletvekilliğini “kazanılmış hak” haline getiren MYK ve PM üyelerinin hiç mi günahı yok?
Tartışmak, genel başkanı eleştirmek; genel başkanın da parti içi muhalefetin önerilerine karşı çıkılması CHP geleneğinde var. Kıyasıya, kıran kırana tartışmaların yaşayan tanığı, siyasi tarihimizdir.
Yaşanan bu gerilimlerin en ünlüsünün İnönü ile Ecevit arasında olduğunu biliyoruz.
Derler ki, İnönü, Ecevit'i “
ruhi bunalım” geçirmekle itham etmiş.
Ecevit de doğal olarak bu ithama alınmış.
Bunun üzerine İnönü,
“ruhi bunalım geçiriyor olman, senin için ihtimallerin en iyisidir; buhran, nihayet bir hastalık hâlidir ve herkesin başına gelebilecek bir kaza gibidir; bilerek yaptığını düşünmek ise çok daha vahim ihtimalleri hatıra getirir” demiş.
Biyografisini yazanların ortak görüşü, İnönü’nün ithamlarının bir dil sürçmesi olmadığı; aksine “
ithamların hepsini ölçüp tartarak, manadaki ağırlığını hesaplayarak, değişik yerlerde ve zamanlarda birçok kereler üstüne basa basa tekrarladığını” şeklindedir.
Bu kadar sert…
BU CENAZE KALKMALI
Tarihin gördüğü sertlik, günümüzde de nüksetti. Potansiyel genel başkan rolü biçilen İmamoğlu’nun etrafında kümelenen CHP içi muhalefet,
“değişim” talebini Kılıçdaroğlu’nun şahsına odaklanırken, Kılıçdaroğlu da
“Eğer geçmişinde para pul ilişkileri, lekesi olmayan biri çıkarsa ben de bu görevi bırakacağım" diyerek yenilip yutulması imkânsız olan bir ifade kullandı.
Alt alta yazdığımız ifade ve açıklamalara bakılırsa tartışmanın seyrinin sevimsiz bir yöne doğru ilerliyor. Doğrusu içeriği farklı doldurulabilir ama “
değişim” talebine karşılık kullanılan “
para-pul” iması, İnönü’nün Ecevit için kullandığı “
ruhi bunalım” ithamından da ağır.
Kendisinin ne kadar ilgisini çeker bilemem ama doğrusu bu ağır ifadeleri Kılıçdaroğlu’na yakıştıramadım. Bu tarz imaları yapmak yerine varsa böyle bir iddia gereğini yapmak gerekmez mi?
Açık ki CHP’nin artık bir “
cenazesi” var ve ihtiyaç, bu “
cenaze”nin nasıl kaldırılacağıdır.
Şimdi asıl mevzumuza dönebiliriz.
Malum, CHP’nin başını çektiği Millet İttifakı bir seçim yenilgisi yaşadı ve hepimiz biliyoruz ki şartlar eşit değildi ve iktidar partisi kamunun bütün olanaklarını kullanarak seçimi lehine çevirdi.
Partilileri vareste tutarak yazıyorum; oy veren milyonlarca insan özellikle de gençler, büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. Kimdir bunun müsebbibi?
Akla ilk olarak Kılıçdaroğlu geliyor. Şaşılacak bir tarafı var mı? Elbette yok; nihayetinde ittifakın Cumhurbaşkanı adayıydı ve CHP’deki “
tek yetkili” konumunda olduğu da açıktı. Kampanyanın stratejisinin oluşturulmasında etkisi büyük olduğu gibi seçim kampanyası boyunca takındığı tutumu, izlediği yöntemi ve nihayetinde Ümit Özdağ başta olmak üzere “
diğerleri”ne gösterdiği ilgiyi de eklersek yaşanan yenilgiden Kılıçdaroğlu’nu vareste tutmak olmaz.
“
Millet İttifakının Mimarı” ve
“muhalefetin amiral gemisinin kaptanı” olduğuna göre o da kendisini masum görmüyordur. Bu nedenle üzerine düşen sorumluluktan kaçacağını sanmam.
Bugünden geri dönüp baktığımızda sormadan edilebilir mi; kim dezenforme edilmiş saha verilerini Kılıçdaroğlu’na gerçek bilgilermiş gibi iletti? Kim kaynağı bugün dahi tartışmalı olan o bilgilerle Kılıçdaroğlu’nu, “çiçekli-böcekli” bir kampanyanın aktörü olmaya razı etti?
KİM GÜNAHSIZSA İLK TAŞI O ATSIN
Bununla birlikte eğri oturup doğru konuşalım; “
kabahatin çoğu”nu Kılıçdaroğlu’na yükleyip, onu “
günah keçisi” ilan etmek vicdanları zorlamaz mı? Geri kalanlar ne kadar günahsız acaba?
Kimi mi kastediyorum?
Kılıçdaroğlu’nun hemen yanı başına çöreklenmiş pek çok “
parti içi küçük iktidar alan sahipleri” bu sonuçtan vareste mi?
Bilmediğim için soruyorum; pek çoğu neredeyse “
ömür boyu” milletvekilliğini “
kazanılmış hak” haline getiren MYK ve PM üyelerinin hiç mi günahı yok?
Seçimden hemen sonra “
Yenilgi bir son değil ve her zaman yenilebiliriz. Hepimiz biliyoruz ki yenilginin altından kalkmak için “günah keçileri”ne değil, bizi gerçeğe ulaştıracak doğru sorulara ihtiyacımız var” şeklinde yazmış ve eklemiştim:
“istifa da demokratik bir haktır ve yeri geldiğinde kullanılmasını bilmek bir erdemdir.”
Kılıçdaroğlu’nun, yaşanan yenilgiden payına düşeni alıp ve de gönlümüze kurduğu tahtta ilanihaye oturabilmesi için istifa etmesini isterdim ama sanırım birbiriyle ilintili pek çok etken bu sürecin gerçekleşmesini mümkün kılmadı.
Peki ya diğerlerine ne demeli? Yaşanan yenilgiden onların hiç mi sorumlulukları yok?
Diğerlerinin içine Millet İttifakı da giriyor ama burada kastedilen esas olarak CHP MYK’sı ve Parti Meclisini oluşturanlardır. Onlar neden “
sütten çıkmış ak kaşık” rolü oynuyorlar?
Yaşanan bu eşitsiz seçimde, muhalefetin alanını genişletmek yerine kendi “
hareket alanlarını” geniş tutabilmek için çabaladıkların hepimiz yaşadık ve gördük.
GÜNAH KEÇİSİ PEŞİNDE KOŞMAYI BIRAKIN
Bugünden geri dönüp baktığımızda sormadan edilebilir mi; kim dezenforme edilmiş saha verilerini Kılıçdaroğlu’na gerçek bilgilermiş gibi iletti? Kim kaynağı bugün dahi tartışmalı olan o bilgilerle Kılıçdaroğlu’nu,
“çiçekli-böcekli” bir kampanyanın aktörü olmaya razı etti?
Kampanyanın berbatlığına rağmen yüzde 48, “
kesişim kümesi” Kılıçdaroğlu olan bir zeminde buluştu. Farklı politik görüşlere mensup bu yüzde 48’lik seçmen kitlesinin aynı zeminde buluşması, yabana atılacak bir potansiyel değildir.
Bu potansiyeli yeniden ayağa kaldırabilmek, morali ve motivasyonu yükseltmek ve Denizli, Balıkesir ve hatta Bursa gibi büyükşehirleri, diğer 11 büyükşehir belediyesinin yanına katmak mümkündür. Bu ihtimali gerçekleştirebilmek için CHP’nin, “
benim olsun, küçük olsun” sığlığından kurtulması şarttır.
İhtiyacımız olan "
ortak akıl"dır ve ortak aklın yolu, partinin bütün resmi platformlarının birbiriyle etkileşimini sağlayacak mekanizmaları var etmekten geçer. Bunun yöntemlerinden biri, muarızları da kucaklamaktan geçer. Zira kapsayıcı ve kucaklayıcı bir siyaset iklimi, çok daha geniş kitlelerin ilgisini çeker. Bu da bir "
günah keçisi" bulup, seçim sonuçlarını onun üstüne yıkmak ile özdeşleşme tehlikesine engel oluşturur.
Bugünün ihtiyacı, birbirini anlamaktır. Çoğalmak, at gözlüklerimizi çıkartıp, perspektifimizi genişletmekle olur. Ufuk genişliği, siyasetin demokratikleşmesini kolaylaştırır. Siyaset, demokratikleşebilirse hiç kimse “
domuzdan kıl koparmak” gibi ucuz bir rekabetin içine girmemiş olur.
Ufuk genişliği, siyasetin demokratikleşmesini kolaylaştırır. Siyaset, demokratikleşebilirse hiç kimse “domuzdan kıl koparmak” gibi ucuz bir rekabetin içine girmemiş olur.
SAVAŞ, ÖNCE ZİHİNLERDE KAZANILIR
Yazının başında İnönü’den anekdotlar aktarmıştım; bitirirken de öyle yapmak isterim.
Soyadı olarak aldığı İnönü savaşları öncesinde cephedeyken, pek çok subayın bozguna uğramış bir halde ailesini arabalara bindirmiş perişan bir hâlde dönmek üzere olduklarını görmüş.
Yaklaşıp sormuş:
"Nereye gidiyorsunuz?"
"Vaziyeti görmüyor musun?" diye sorup, eklemişler; "
Elde ne ordu ne silah, hiçbir şey kalmadı. Biz de ailelerimizle beraber kendimizi kurtaralım dedik."
"
Savaş önce kumandanın kafasında kazanılır. Gelin sizinle bir hesap yapalım," demiş ve subay sayısını ve silahlar hakkında bilgiler vermiş. Kendi ülkelerinde karşılaştıkları güçlü muhalefet nedeniyle müttefiklerin yeni bir savaşa girmelerinin zor olduğunu anlatmış ve demiş ki:
“
Yunanlıların, yalnız başlarına, bizimle baş başa kalacaklarını; bu itibarla mukayeseyi Yunanlıların ellerindeki kuvvetle, bizim elimizdeki ve toparlayacağımız kuvvet ve imkânlar arasında yapmak gerektiğini; bunun da bir hesap işi olduğunu, bu hesap yapıldığında bizim Yunanlıları yenebileceğimizi; meselenin bir teşkilatlanma, idare ve kumanda meselesi olduğunu söyledim. Kendilerine şunları da anlattım: ‘Bu, Anadolu Türklerinin son şansıdır. Elimizdeki imkânları toplarsak netice alabiliriz. Ama bu fırsatı kaçırırsak, düşman önümüzdeki günlerde Anadolu'nun her yerine girecek; değil elimizdeki silahları, mühimmatı, yanımızdaki çakıyı bile alacak. Hele savaş görmüş, tecrübeli, bir gün ayaklanabilecek olan sizleri, nereye giderseniz gidin, teker teker bulup zararsız hâle getirecektir. Aslında beladan kaçmıyorsunuz, tam tersine, kendi sonunuzu hazırlıyorsunuz. Cepheye dönün’."
Dönmüşler!
Bugünlerde 100. Yılını kutladığımız Cumhuriyetin, bu kararsızlığın kararlılığa dönüşmesi sonucu kurulduğunu hatırlatmama gerek var mı?
O halde önce sessiz olun!