Türkiye toplumundaki mikro değişimleri ve makro dönüşümü kendi küyerel tarihselliği içinde ele almalı. Yapısal/sistemik değerlendirmeleri mutlaka kolektif öznel gelişimsel tarihçesi, güçlü - zayıf özellikleri, güncel durumu dikkate alınarak yapılmalı. Geçtiğimiz hafta Türkiye Cumhuriyeti 98. doğum gününü idrak etti. Atatürk, “en değerli eserim” dediği Cumhuriyet kutlamaları ile ülke çapında bir kez daha minnet ve şükranla anıldı. Fakat kimileri de, değil onun bu ülke için yaptıklarını ve kazandırdıklarını, adını bile anmaktan bir kez daha imtina etti. Hatta öyle ki, tartışmalı bir elden geçiriş sürecinden sonra yeniden inşa edilmiş olan Atatürk Kültür Merkezi’ni resmen açarken bile “AKM” dedi. Dolayısıyla bunlar da bize sadece ve bir kez daha gösteriyor ki, bugünkü Türkiye toplumu, Atatürk’ün, Cumhuriyet’in, laikliğin, dinin ve elbette ana meselemiz olan çoğulcu demokratikleşmenin ve özgürleşmenin hamaset ötesi anlam, işlev ve önemini henüz idrak edemedi. CUMHURİYET VE DEMOKRATİKLEŞME Her ne kadar ve kaç yazıdır, demokratikleşme bağlamında demokrasi, ‘salt siyaset bilimin inceleme konusu olmanın (hatta modern akademik disiplinler) ötesinde toplumsal tarihsel meta-kuramsal yetkinlik, bütüncül ve ilişkisel praksis gerektirir’ diyorsak da, belki önce şu nokta üzerinde de biraz durmakta yarar olabilir. O da, bazılarına ironik gelebilecek ve araçsallaştırılan şu gerçek: Bugün dünyadaki “ileri, gelişmiş veya liberal demokratik (Batı!)” diye betimlenen bazı ülkelerde, devletin biçimi gereği yöneticileri “taç” giymekte. Oysa, Türkiye hala, Atatürk’ün çok önemsediği ve vasiyet ettiği “Cumhuriyet’i demokrasi ile taçlandırmak” meselesi ile cebelleşmekte. Devleti yönetim (hükümet etme) biçimi cumhuriyet olan başka pek çok ülke de demokratik değil; hatta antidemokratik. Ne yazık ki, Türkiye’de son yıllarda çok daha açıkça görünür biçimde hızla bu ikinci grup ülkeler arasında yerini aldı. Zira “egemenlik, kayıtsız şartsız milletin” olmaktan fersah fersah uzaklaştı! Halbuki Türkiye, Cumhuriyet’in 100. yıl kutlaması ile birlikte, yönetim biçimi olarak cumhuriyet geçmişi bir asrı aşmış az sayıdaki ülkelerden birisi olacak. Diğerleri de zaten federe devlet veya kantonluk. Yer yüzündeki binlerce yıllık devlet kavramı ve merkeziyetçi-uzaktan, hiyerarşik-tepeden, patriyarşik-baskıcı, vb yönetim pratiklerinin üstüne gelen cumhuriyet biçiminin, yani “halkın kendi kendisini yönetmesi” pratiğinin geçmişi ise nispeten yeni sayılır. Elbette bu hususu, bir asırlık cumhuriyet ve demokratikleşme sürecinin sonuna doğru pek çok “evrensel gelişmişlik göstergesinde başarısız” bulunan, yıpranmış toplumsal yapıları bozulan, düşünsel-bilimsel-kültürel vasatlık ve ahlaken-hukuken-vicdanen yozlaşma sergileyen Türkiye’nin, son dönemlerdeki adamakıllı yetersiz ve kötü yönetimini mazur göstermek adına vurgulamıyorum. Bu anlatıda, mevcut, hatta birbirleriyle çelişebilen veya çatışabilen mikro öyküleri de bir arada değerlendirebilecek, yerli yerine oturtabilecek, çok daha makro tarihsel ve çoğul perspektifli bir meta-bakış benimseyerek, sorunların doğru kavranması ve onlara uygun kestirimlerin ve öngörülen onarımların yapılması gereğine tekrar dikkat çekmek istiyorum. Başka bir deyişle, şimdiye kadar gündeme getirilen çözümleme ve çözüm önerilerini, biçim, biçem ve içerik olarak tek başlarına eksik bulduğum, “Hayır, çünkü yetersiz” dediğim için yazıyorum. Zira bugün ülkede yaşanan sistem krizi veya rejim bunalımının, yani egemenliğin “halk için” (hatta onlar tarafından seçilmiş temsilci yöneticilerce) demokratik haklar yönünde kullanılma(ma)sındaki sorunun, özellikle de muhalefettekilerce “parlamenter” veya “güçlendirilmiş parlamenter” sisteme geçiş ile çözülebileceği düşünülüyor. Fakat sıklıkla duyulan, iktidarın uzak geçmişe nostaljisine nazire yaparcasına kuruluş yıllarına nostalji veya AKP öncesi devlet yapılanması ve yönetimi alışkanlıklarına dönüş arzusu. 21. yüzyılın 21. yılındayız! TOPLUMSAL GELİŞME VE DÖNÜŞÜMLER Fakat bizim eleştirel anlatımız açısından açık ve kesin olan ve hepsi birbirlerini karşılıklı kuran bazı önemli hususlar var. Yazı dizimin bu bölümüne, öncelikle irdelenmesi gerekenlerden bazılarını (beşi-bir-yerde) sığdırmaya çalışayım: (1) Egemen zihniyet: Demokratikleşme, hangi devlet veya hükümet ediş biçimi söz konusu olursa olsun, insanlık tarihi kadar eski geçmişi ve derin epistemolojik ve ontolojik kökleri olan; yaygın, eril, özgürlük kaygılı ve baskıcı zihniyetin egemenliği ile mücadele sürecidir. Yani ondan özgürleşebildiği ve kolektif özneleşebildiği ölçüde gerçekleşebilir. (2) Rakip siyasi söylemler: Farklı siyasi kesimlerden yönetime talip olanların 100. doğum günü kutlaması için farklı hazırlıklar peşinde ve sürprizler arayışında. Tabii yönetilmeye talip halk da bunları merak veya öfke ile izliyor, umut veya sabırsızlıkla seçim sonucunu bekliyor. Toplumsal krizin eşiğindeki halk, özellikle de cüzdanı boş, karnı aç veya demokratik yaşam bilinci gelişmiş önemli çoğunluğun, vicdanı boş, açgözlü ve hipokratik siyaset bilinci gelişmiş yetersiz yöneticilerin kararlarını ve kirli siyasi ortaklıklarını sadece izliyor. Fakat siyasete güveni ve gelecek yönetimlerden de umudu kalmamış. Zira “lafla peynir gemisi yürümez” sözünün anlamını şimdi artık siyasi popülist retorikler bağlamında çok daha iyi kavramış durumda. Laf demişken, siyasi söylemlerin biçim, biçem ve içeriklerine de bakmak gerek elbette. Gerçi burada söylem (discourse), en geniş anlamda (Foucault’nun tanımladığı gibi) toplumsal pratikleri de içeriyorsa da, terim sıklıkla popüler/akademik kültürde söylenti, söylence, söylenme, kısacası her türlü söz gibi anlamlarda, rastgele veya laf olsun diye kullanılıp tüketiliyor. Örneğin, muhalefet liderleri ve muhtelif çevreler Türkiye’nin demokrasi yönünde gelişmesi için iktidar/sistem değişikliği ile birlikte bürokraside liyakatten ve her zamanki gibi eğitim, adalet, vergi, tarım, vb. reformlardan, özetle iyi bir gelecek için (cahil kalmış cumhur için) Cumhuriyet toplumunun inşasından söz ediyorlar. Kimi entelektüeller ise restorasyon (restoration), renewal (yenilenme), restructuration (yeniden yapılanma) ve benzeri terimleri tedavüle sokuyorlar ki bunları başka yazılarda tartışabiliriz. (3) Toplumsal gelişme: Fakat şimdiden tüm bu farklı toplumsal dönüşüm söylemlerinin her birinin belirli bazı önkabüller, temel kavramlar, ilkeler, yöntemler, mekanizmalar ve süreçler bütününe işaret ettiğini de söyleyebiliriz. Öte yandan, gelişme (development), modernleşmenin çekirdek, motor, taşıyıcı, yürütücü, vb, yani ana metaforu. Türkiye’de sözcüğün karşılığı ve açılımı ise, tam da devletin “beş yıllık kalkınma planı” söyleminde olduğu gibi; kalkınma. Nitekim modernleşme anlayışı da teknoloji odaklı ve ağırlıklı olarak iktisadi kalkınma modellerine endeksli oldu. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki radikal ve çok yönlü modernleşme hamlelerine rağmen, Türkiye’nin geçtiğimiz yüzyılda gelişmemiş, az veya çok gelişmiş, gelişmekte olan ülkeler listesindeki yeri sık sık değiştiyse de bu zihniyetin yüz yıldır değiştiği pek söylenemez. Ancak son dönemlerde, o da nitekim Birleşmiş Milletlerin MDGs/BKH (Binyıl Kalkınma Hedefleri) ve SDGs/SGH (Sürdürülebilir Gelişme Hedefleri) ölçütlerinde insani gelişmeden ve uluslararası endeksten filan söz edilmeye başlandıkça, bizde de toplumsal “gelişme” telaffuz edilir oldu. Kimileri dillerine “insan ve çevre odaklı gelişme” ifadesini yerleştirmeye çalışırlarken, TÜSİAD raporunda “insani gelişme ve yetkinleşme” ifadesine yer verdi. (4) Toplumsal değişimler: Her insani, kurumsal veya toplumsal değişim, gelişme değil. Her büyüme, örneğin obezite, gelişme değil. Her yaş alma da, örneğin çürüme ve kokuşma, olgunlaşma değil. Kısacası bireysel veya kolektif değişimlerin yönü ve hızı her zaman egemen dile ve evrensel ölçütlerine göre uyumlu veya normal değil. Hatta uyumsuz ve patolojik. Türkiye toplumundaki mikro değişimleri ve makro dönüşümü de kendi küyerel (glocal) tarihselliği içinde ele almalı. Yapısal/sistemik değerlendirmeleri mutlaka kolektif öznel gelişimsel tarihçesi, güçlü ve zayıf özellikleri ve güncel durumu dikkate alınarak yapılmalı. (5) Geçiş dönemi: Elbette tüm toplumsal tahayyüllerde, tasarımlarda ve tasarruflarda esas önemli olan, söylemsel gerçekliklerin tarihsel hakikatler ile tutarlı karşılıklarının olması ve egemen evrensel dil ile de eşzamanlı diyaloğa girebilmesi. Başka türlü, hangi akademik/bilimsel veya siyasi söylemle, amaç ve hedeflerle dile getirilirlerse getirilsin, dönüştürücü gücünün veya değişimin demokratikleşme yönünde olacağı söylenemez. Yani zaman hızla akar, geriye de alınamaz; fakat, Türkiye’nin daha iyi, güzel, sağlam, özgür ve özerk bir toplum olacağını düşlemek bile pek olanaklı olamaz. Örneğin, ülkede AKP iktidarının değişimi senaryoları ile ilişkili olarak, sıklıkla ve seçim sonrası bir “geçiş döneminden” söz edilir oldu. Oysa modern Türkiye ulus-devleti ve elbette bu alternatif anlatının çoğul perspektifleri ve öncelediği açılardan, özellikle de laiklik ve dindarlık tartışmalarının hararetli bir biçimde kamusal alanda yapılması ile birlikte, dönüşümsel “geçiş dönemine” çoktan girmiş bulunuyor. Başka bir deyişle ve politik ekonomi açısından devlet planlı ekonomiden pazar ekonomisine geçen bazı Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile aynı sebep ve ölçütler ile olmasa bile, yakında bir “geçiş ülkesi” (transition state) olarak sınıflandırılması işten bile değil. O halde biz de, yukarıdaki beş hususu göz önünde bulundurarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminden bu “geçiş dönemine” gelişinden başlayarak, nelere ve nasıl dönüşebileceğine bakarak, Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunsalını birlikte anlamaya önümüzdeki hafta da devam edelim.