Bir gün, Burgaz’ın kayalık plajlarından birindeyiz, içecek bir şey almaya giderken arkamdan bir ses: “Ulan Uçak, amma uçmuşsun ha! Uça uça buraya kadar gelmişsin!” Meğer o da oradaymış, kucaklaştık, son yazılarımdan birini okuduktan sonra kesin kararını vermişti; ben onun gözünde artık tescilli bir sağcı olmuştum. Önce okuruydum, sonra arkadaş olduk. Onu ilk kez, benim gibi hevesli gençlere Marksizm anlattığı Marksizm Günlerinde görmüştüm. O zamanlar benim zihnim “21. yüzyılda sosyalizm nasıl olabilir?” sorusuna cevap aramakla meşguldü, bir türlü istediğim yanıtı bulamıyordum, ortodoks sosyalizm, internet-sonrası dünyayı açıklamakta yetersiz kalıyordu bence. Roni Margulies’le ilk tartışmamız bu konudaydı. “Sömürüsüz bir iktisat modeli nasıl olabilir?” diye başlayıp uzun uzun konuşmuştuk. Bana bir kitap okumamı önermişti; Voyage From Yesteryear, ben de hemen edindim. Komünizm egemen olduğu bir mutluluk dünyası, herkes kanaatkâr, sonsuz bir bolluk ve huzur… Beni ikna etmedi, hatta çocukça buldum. Sonra, ara ara siyaset tartışmalarımız olurdu. Roni, herkese öfkeliydi, birçok insanın aklının pek çalışmadığına samimiyetle inanıyordu. Oysa ben ondan şair gözüyle yaklaşmasını beklerdim, insanın bir ıstırabı vardı ve Roni’nin keskin siyasi dünyası bunları tamamen yok sayabiliyordu. Misal, Necip Fazıl, Fazıl Say ya da Tarık Akan, onun gözünde bu aklı siyasete -dolayısıyla da hayata- basmayan insanlardı, bu yüzden icra ettikleri sanatın da iyi olmasına imkân yoktu. Burgaz’da, Şirince’de, Beşiktaş’ın meyhanelerinde bu konuyu kim bilir kaç kez konuştuk. Pek tabii ki, hiçbirinde de anlaşamadık. O beni sağcı olmakla itham ediyor, “Ulan Uçak…” diye başladığı cümlelerinde benim sağcılıktan ne bulduğumu bir türlü anlayamadığını söylüyordu. Bir gün, Burgaz’ın kayalık plajlarından birindeyiz, içecek bir şey almaya giderken arkamdan bir ses: “Ulan Uçak, amma uçmuşsun ha! Uça uça buraya kadar gelmişsin!” Meğer o da oradaymış, kucaklaştık, son yazılarımdan birini okuduktan sonra kesin kararını vermişti; ben onun gözünde artık tescilli bir sağcı olmuştum. Ama hiçbir şey bizim Beşiktaş meyhanelerinde buluşmamıza engel teşkil etmiyordu, “hadi gel,” dedi, “senin sağcılığını masaya yatıralım.” Biz ara ara hep konuşsak da o son yemeği hiç yemedik, ben Roni’nin böyle apansız hayatımdan çekip gidebileceğini hiç düşünmemiştim ve o haberi aldığımdan beri içimde bunun acısı biriktikçe birikiyor. İtiraf edeyim, Roni’nin şairliği benim için en sonda gelirdi. O önce komünistti, sonra siyaset yazılarıydı, sonra meyhane arkadaşımdı. Ornitoloji adlı şiir kitabı yayımlandığında, şair Roni Margulies’i daha yakın tanıyabilmek için Birikim dergisine uzun bir inceleme yazmaya karar vermiştim. “Ulan Uçak, her şeyi anladım da bana ihtiyar demene bozuldum!” Peki, nasıl affettireceğim kendimi? “Akşam Beşiktaş’a gel, bir şeyler içeriz.”
Biz ara ara hep konuşsak da o son yemeği hiç yemedik, ben Roni’nin böyle apansız hayatımdan çekip gidebileceğini hiç düşünmemiştim ve o haberi aldığımdan beri içimde bunun acısı biriktikçe birikiyor.
Ölçülüydü; üç kadeh içerdi mesela, dördüncüyü içmezdi çünkü o zaman sağlıksız olurmuş. Şirince’de bir “siyaset okulu” açılmıştı, ilk seferinde ben de gittim. Murat Belge’nin gelemeyeceği son dakikada belli olunca bana sormuşlardı, “sosyalizm dersini” kime anlattırabileceklerini. Hiç tereddüt etmeden, “Roni Margulies’e!” demiştim. Ertesi gün geldi, oradaki herkese iki gün boyunca “kitabına göre sosyalizm” anlattı. O konuşmalarının hepsini kaydetmiş olmaktan ötürü çok mutluyum. Ağustosböceklerinin sesi ve yıldızlarla dolu ıssız Şirince akşamlarında, yine üç kadeh kuralını bozmadan, saatlerce sohbet etmiştik. Yazacak bir yer aradığım günlerdi, onunla yakındıktan bir dakika sonra, Roni Margulies, iyi bir okuru olduğum AltÜst dergisinde bana bir sayfa açtığını söyledi. Sebastiao Salgado’nun fotoğraflarından yola çıkan bir yazı gönderdim. Ertesi gün Beşiktaş’ta buluştuk, çekip gönderdiğim fotoğrafların kalitesini beğenmemiş, albümü ona verdim. Bir daha da geri almadım. Şimdi o albüm, bana Roni Margulies’in mavi kazağını hatırlatıyor. Bir kazağım vardı benim, mavi. Cam göbeği. Gök mavisi. En sık giydiğim, en sevdiğim kazaktı. Neler gördük birlikte, neler geçirdik, uzaktan görenler renginden bilirdi beni. Elsa'nın hediyesiydi. Eskidi.   İnceldi dirsek yerleri, yenleri gevşedi, sarkar oldu üstümden, tutunamaz oldu. Onarılmaz hale geldi sökülen yerleri. Başka eskilerle birlikte nihayet bir gün annem onu ihtiyarlar yurduna gönderdi.   Ve o gün zaten yıllar oluyordu artık ben Elsa'yı görmeyeli.   İstanbul sokaklarında yaşlı bir adam sırtında mavi bir kazakla dolaşıyor şimdi. Mağazalara giriyor, denizi seyrediyor. Görür gibi olduğumu sanıyorum bazen. Elsa'nın bir zamanlar beni sevdiğini kanıtlıyor.