Karel Ptaçnik de pek çok meslektaşı gibi “o dönemde yaşayan her Alman doğal olarak bir Nazi midir?” sorusuna bir yanıt arıyor ve yine pek çok meslektaşı gibi bunun böyle olmadığı sonucuna varıyor…
Elimde tuttuğum tuğla kalınlığındaki roman 1970 yılında Yücel Yayınları tarafından
Büyük Direnç adıyla basılmış, oysa bir sene önce, aynı roman
Bir Avuç Delikanlı adıyla, iki cilt hâlinde Gün Yayınları’ndan çıkmış.
Çevirmeni Tektaş Ağaoğlu.
Onun isteği miydi yoksa yayınevinin kararı mıydı ismi değiştirmek bilmiyorum ama açıkçası ilki bana daha çekici gözüküyor.
Bu kitabı sahafın tezgâhında tesadüfen gördüğümde Karel Ptaçnik adı benim için hiçbir şey ifade etmemişti, daha önce ne yazarın adını duymuştum ne de romanın.
Evirip çevirdim, arka kapağına, sararıp kıvrılmış sayfalarına baktım, Nazi işgali altındaki Çek Cumhuriyeti’nde geçtiği okuyunca almaya karar verdim.
Böylece, birbirinden cesur delikanlılarla tanıştım; Jano, Kovanda, Karel, Mirek, Jozef…
İlk sayfada, Karel Ptaçnik’in “kendi öz yaşantısını da dile getirdiği” vurgulandığına göre bu çocuklardan biri -Karel?- ya da belki de hepsi o, hepsinde ondan bir parça var.
Ptaçnik’in sosyalizme inanmış biri olduğu Jano karakterinden belli.
İçlerindeki en bilinçlisi, en fedakârı, en cesuru, en kararlısı, en uzak görüşlüsü pek tabii ki Jano.
Ne yalan söyleyeyim, bu ideal karakterler bana hiçbir zaman cazip gözükmez.
İdeallik, arkasında büyük bir giz taşıyor çünkü.
O karakterin size gösterdiği yönüyle yetiniyorsunuz, oysa benim anladığım edebiyat daha çok insanın yalnızlığıyla, ıstıraplarıyla, sancılarıyla ilgilenmeli.
Tekdüze bir karakter, iyi bir karakter olmuyor bence ve bize insanı anlatmaktan aciz kalıyor.
Savaşın en çetin günlerinde bile Jano’nun bilincinde hiçbir kırışıklık olmadığını görüyoruz.
Arkadaşları Almanlarla Nazileri eş tutan bir konuşmanın içindeyken, Jano, “niçin Almanlar bizden ya da Fransızlardan kötü olsunlar, niye öyle düşünüyorsun?” diye soruyor.
Jano’ya göre, bu savaşın çıkmasının altında da sınıf savaşı var.
Mirek ise savaşın bütün sorumluluğunu Almanlara yıkma taraftarıydı, üstelik, elinde, Almanların yirmi sene önce de aynı şeyi yaptığını göstermek gibi güçlü bir kanıt da vardı.
“Bütün savaş, yokluk, haksızlık ve zulüm sorununu basite indirgemişti. Hem kendini hem başkalarını bütün kötülüklerin kökünde Almanların yattığına inandırmaya çalışıyordu. Onlardan öyle nefret ediyordu ki, nefretinden kafası da o güçlü kuvvetli gövdesi de tıkanır gibi oluyordu bazen.”
Romanın sonlarına doğru Mirek’in haksız Jano’nun haklı olduğunu bu kez Lipinski üstünden göreceğiz.
Sadece bir Alman değil, kampın muhafızlarından biri olan Lipinski, “bir avuç delikanlıya” en çok yardım isim olarak karşımıza çıkacak.
Yine kendi isteğiyle Nazi Partisi’ne üye olduğunu söyleyen “Doktor” da evvela anlaşılmaz görünür.
Jano onun gibi iyi bir insanın neden böyle bir alçaklığa teşne olduğuna akıl sır erdiremezken Doktor’un da aslında direnişçi olduğunu ve orduya sızdığını, oradaki masumların hayatını kurtarmak için canhıraş çalıştığını anlarız.
Yasaklı kitaplar okumaktan, “Naziler ve Hitler’den nefret eden herkese bağrının açık” olduğunu söylemekten çekinmeyen Doktor aslında bir Nazi’dir, ama onun ikili oynaması sayesinde Jano da direnişe destek verme imkânına kavuşur.
Bütün işkencelere, kötü koşullara ve yetersiz beslenmeye rağmen hayatta kalmayı başaran ve en nihayetinde kaçarak özgürleşen delikanlıların hikâyesi Sovyet tanklarıyla karşılaştıklarında biter.
Yasaklı kitaplar okumaktan, “Naziler ve Hitler’den nefret eden herkese bağrının açık” olduğunu söylemekten çekinmeyen Doktor aslında bir Nazi’dir, ama onun ikili oynaması sayesinde Jano da direnişe destek verme imkânına kavuşur.
Ptaçnik de pek çok meslektaşı gibi “o dönemde yaşayan her Alman doğal olarak bir Nazi midir?” sorusuna bir yanıt arıyor ve yine pek çok meslektaşı gibi bunun böyle olmadığı sonucuna varıyor, evet, mealen diyor ki, büyük acılar yaşandı ama insan özünde iyidir, Alman olsalar da iyidir, hatta Nazi bile olsalar içlerinde iyiliğe, merhamete, şefkate dair bir şeyler kalmıştır.
Gelgelelim, yaptıklarına tahammül edemediği için Stalingrad felaketinin yaşandığı günlerde intihar eden Nazi Onbaşısı Weiss’ın, intiharından birkaç saat önce Çavuş Bent’e söyledikleri bence Alman toplumunun o günlerdeki haletiruhiyesine dair çok şey anlatıyor.
“Biliyor musun sen bana neyi hatırlatıyorsun? Gözleri bağlı bir bostan beygirini hatırlatıyorsun. Yolun sonu gelecek diye korkundan, gözlerini bağladıkları için öyle memnunsun ki! Ama hepimiz öyleyiz. Führer her şey, biz hiçiz. Führer bizim yerimize düşünür, biz onun kuklalarıyız. İplerimizi çeker o, biz de bütün millet, dinine yandıklarım, başları yürümeye! Sırf kendi sesimizi kulağımız işitsin diye bağırıp çağırıyoruz sonradan, zafer yolundayız filan diye, çünkü, açık konuşalım, aslında hepimizin korkudan ödü patlıyor!”
Weiss’ın vicdanı korkularına galip gelmişti.
“Yaptığımızın, Führer istiyor diye doğru olduğuna nasıl inanıyordum! Temmuzda Smolensk’teydim, Ekim’de Viazma’da, Aralık’ta da Moskova’nın hemen dışında. O birkaç ay içinde insanoğlunun icat edebileceği, insanoğlunun yeryüzüne salabileceği olanca dehşeti gördüm yaşadım. Bütün yenilmezliğimizle oradaydık. Önünde hiçbir şeyin duramadığı panzerlerimizle, bombalarımızla… Nereye gittiysek arkamızda ölüm ve yıkıntı bıraktık. Bir de cehennem, cehennem, cehennem diyorum size!”
Savaşın seyrinin değişmesiyle birlikte aynı zamanda partinin kurucularından olan Bent’te de büyük bir içsel hesaplaşma baş göstermişti.
Weiss, acı çekerken; Bent, başkalarına acı çektirerek, eziyet ederek iç sesini bastırmaya çalışıyordu.
“Stalingrad bozgunu, her şeyde Führer’in dehasına ya da Wehrmacht’ın yenilmezliğine inanmanın çıkar yol olmadığını gösterir gibiydi. Bent’in kafasında bu düşünceler belirlenir belirlenmez, ardından başkaları geldi. Öyle düşüncelerdi ki bunlar, o zamana kadar Almanların, özellikle de parti üyelerinin, hemen hiç aklına gelmemişti. Ya Almanya yenilirse? Gücü ve haklılığı o güne dek tartışılmaz görünen rejimi iş başına getirmeye yardım edenlerin hâli ne olacaktı o zaman?”
Bazen korku sağlar vicdanın sesini duymanızı.
“Ne de olsa ben bir Almanım,” dediğinde, Karel ona “ama önce insansın!” diye cevap verdi ama Bent’in meselesi başkasıyla değil, kendisiyleydi. Almanya’da herkesin önce insan değil, Alman olduğunu söyledikten sonra şöyle dedi: “Bu hep böyle olmuştur.”
Konuşmaya, şüphelerini gidermeye, yaptıklarının doğru olduğuna yeniden ikna olmaya ihtiyacı vardı ama bunu bir Alman’la da yapamazdı, bir Nazi’yle hiç yapamazdı çünkü sonu tutuklanmaya kadar gidebilirdi, biliyordu bunu.
Öte yandan, konuşmasa çıldıracaktı.
Esirlerinden birine içini döktü, Karel’e, bir çocuğa.
“Ne de olsa ben bir Almanım,” dediğinde, Karel ona “ama önce insansın!” diye cevap verdi ama Bent’in meselesi başkasıyla değil, kendisiyleydi.
Almanya’da herkesin önce insan değil, Alman olduğunu söyledikten sonra şöyle dedi: “Bu hep böyle olmuştur.”
Ama haberler günbegün kötüleşmektedir.
Stalingrad’daki ricatın sonu gelmiyorken Müttefikler de Sicilya’ya çıkmıştır.
Korkudan rengi benzi attı, iç sesi susmak, hesaplaşmaları durmak bilmiyordu.
“Almanya yenilecekti. Ve Nazi partisinin kurucularından ve üyelerinden Herr Heinrich Bent de yenilecek ve savaşa kadar içinde yaşadığı kuytu cennet elinden alınacaktı… (…) Daha düne kadar bir kahraman, bir kurtarıcı diye taptığı adamı şimdi suçlu görüyor, kızgınlığından ağzının kenarı bükülüyordu.”
Yenilginin sorumluluğunu lidere yükleyip sıyrılmak, vicdanını rahatlatmak istiyorsa da beceremiyordu bir türlü.
“Bir kere daha Alman milletinin elinden kaçan zaferin, sahiplerini de felaket çukurunun içinde sürüklemek istiyordu şimdi.”
Bence temel meselenin özü bu cümlede gizli.
Bent de binlerce meslektaşı ve milyonlarca vatandaşı gibi, Almanya’nın zaferi bir kere daha elinden kaçırdığını düşünüyordu, öfkesi aslında bunaydı, ömründe bir savaş görmüştü, yenilmişlerdi, aşağılanmışlardı, ama sonra çok kısa bir süre içinde yine o büyük güce kavuşmuşlardı, herkes onlara boyun eğiyordu, Bent de parti üyesi olarak “Büyük Almanya” fikrine bir destekte bulunduğuna inanıyordu ama ne zaman ki işler kötü gitmeye başladı, bu hevesin de söneceği anlaşıldı, bir kurban gerekiyordu.
Sayısız Alman’ın, Nazi’nin ve askerin her kaybedilen cepheyle birlikte o fikirlerden Bent gibi koptuğunu düşünüyorum. Ama esas sorun, eğer Stalingrad düşseydi, Normandiya, Müttefikler için bir faciaya dönüşseydi ve hatta Rommel, Afrika’yı ele geçirseydi ne olacağı bence.
Düne kadar taptığı adamdan nefret etmek için şartların geri dönülemez ölçüde değiştiğini görmek yetti.
Sayısız Alman’ın, Nazi’nin ve askerin her kaybedilen cepheyle birlikte o fikirlerden Bent gibi koptuğunu düşünüyorum.
Ama esas sorun, eğer Stalingrad düşseydi, Normandiya, Müttefikler için bir faciaya dönüşseydi ve hatta Rommel, Afrika’yı ele geçirseydi ne olacağı bence.
Weiss intihar edecek miydi, utanacak mıydı, suçluluk duyacak mıydı yaptıklarından?
Yoksa, bir savaş kahramanı olarak bütün çalımıyla gezinecek miydi Berlin sokaklarında?
Misal, alakasız gibi gözükebilir ama Von Stauffenberg’in de kurmaca bir karakter olan Bent’le benzer zamanlarda benzer şekillerde düşündüğüne inanıyorum.
Belki de onun geçtiği içsel yolculuğu ve hesaplaşmayı Bent bize ondan bile iyi aktarabilir.
Aksi takdirde, düne kadar kahraman görüp tapındığın birinden nasıl nefret edebilirsin?
Weiss’la Bent, savaşı kaybeden Almanların ve Nazilerin düşüncelerindeki değişimin keskinliğine dair bize çok şey söylüyor.