Alice Miller, özellikle de bu ‘itaat’ prensibini terk etmenin gerekliliğini işaret ediyor ve şunları ifade ediyor: “Bizim ileride teröristlerin ya da saçma sapan ideolojilerin emirlerine uyarak cinayet işleyecek uysal çocuklara ihtiyacımız yok.” Alice Miller, “Bilmek Seni Özgür Kılacak”** adlı kitabında çocuğun gelişim sürecinde maruz kaldığı davranışlarla onun kişiliği ve hayatı arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Özellikle suçlanan ve cezalandırılan içimizdeki çocuğun korkularından kurtulabilmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamızdaki önemini vurguluyor. Kendi yaşantımızın ve çocuklarımızın sorumluluğunu alabilmek için kendi yetiştirilme koşullarımızı bilmemizin önemini işaret ediyor. Ben de yazımda bu kitabın ışığında bir kez daha çocuk gelişimi, itaat, saygı ve özgürlük kavramlarını tartışmaya çalışacağım. İnsanların doğarken gelişimini tamamlamış bir beyinle dünyaya gelmediklerini, beynin nasıl şekilleneceğinin ilk dönemlerde yaşanan deneyimlere göre belirlendiğini biliyoruz. Örneğin, insanın empati yetisini geliştirebilmesi için ilk günlerde ona gösterilen özen, olmazsa olmaz derecesinde önemli. Eğer bir çocuğa bu özen gösterilmezse ve çocuk kötü davranılarak ya da önem verilmeksizin yetiştirilirse, bu yeti kayboluyor. Yeni doğan bir çocuk suçsuzdur. Yeni doğmuş bir çocuk, içinde yaşamı yok etme dürtüsü hissetmez. Buna karşın bakılmak, sevilmek, korunmak ve kendisi de sevmek ister. Ama eğer bu ihtiyaçları karşılanmaz, hatta aksine çocuğa kötü davranılırsa daha yolun başında ruhuna acılar çektirilen insan, yıkıcılık dürtüsünü içinde hisseder. Bu dürtü, farkına varılıp da yüzleşilmediği sürece ömür boyu o kişiyle beraber devam eder. Yani birçok insanın düşündüğünün aksine kötülük her koşulda insan doğasının bir parçası değildir. Tam aksine sevgi ve değer verme ile büyüyen bir çocuğu savaşmaya, kötü olmaya teşvik edemezsiniz. Miller’a göre çocuklara eğitim amaçlı bile olsa şiddet uygulamanın sonucunda çocuklar ne haysiyetlerine sahip sıkmayı öğrenebilirler ne de bedensel acıları bir tehlike olarak algılayıp ona göre davranabilirler. Bunun sonucunda bağışıklık sistemleri zayıflar. Önünde başka örnekler olmazsa şiddeti ve ikiyüzlülüğü tek iletişim yolu olarak kavrar ve ona göre davranırlar. Kendi çocukluğumuzda haysiyetimize sahip çıkma hakkının nasıl yerle bir edildiğinin bilincine varmazsak samimi olarak istesek bile çocuklarımıza bu hakkı teslim edemeyiz. Çünkü çocuk yaşlarda edindiğimiz duygu yoksunluğu, daha sonra öğrendiğimiz her şeyden daha güçlüdür. Kendi haysiyetlerinin parça parça edilişinin ve dolayısıyla yaşadıkları aşağılanmanın farkında olmayan çocuklar, sirk hayvanı gibi itaat etmeye programlanırlar. Çocukluk ve gençlik yıllarını sıkılı yumruğunu cebinde gizleyerek geçiren insanlar, izin verildiği anda bu yumrukları kullanmakta tereddüt etmez. Miller bu durumun getirdiği sonuçların altını şu şekilde çiziyor: “Bütün çocuklukları boyunca yetişkinlerin arzu ve emirlerine uymak zorunda kalan çocuklar, bugün kimi tarikatların, Neonazi grupların ve köktendinci birliklerin en saçma ideolojilerine bile hiç düşünmeden boyun eğebilirler. Ayrıca -aldıkları emirler uyarınca- üstüne bir an bile kafa yormaksızın, insan yaşamını yok edebilirler. Buna karşın özgürce düşünebilen, sevildiğini ve korunduğunu hisseden çocuklar, ileride bir yerlere bomba koyma, ev yakma ya da taş atma gibi eylemlere kalkışmaz.”
Anne-babaları tarafından en ufak bir hata nedeniyle cezalandırılan çocuklar, hataları kabul ederlerse anne- babalarının sevgisinden yoksun bırakılacağı mesajını almış oluyorlar. Bu deneyim, ardında sürekli suçluluk duygusu ve korkular bırakıyor.
Çocuk, yaşadığı ilgisizliğin ve sevgisizliğin getirdiği gaddarlığı bir kez görmezden gelirse, büyüdüğünde bile kaderine boyun eğmek dışında bir seçeneği olmayan çaresiz çocuk duygusundan kurtulamaz. Gerçek anlamda yetişkin olamaz, sözlerinin ve hareketlerinin sorumluluğunu alamaz. Kötülüğün kaynağını saptayıp zaman içinde onunla mücadele edip yok edebileceğini bilmez. Hayatı boyunca kötülükle savaşmak şöyle dursun kaynağının ne olduğunu bilemeden, ıstırap içinde bir çocuk olarak kalır. Bu konuyla ilgili bilim dünyasında da zaman zaman çeşitli kafa karışıklıkları olmuştu. Miller, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Daneil Gottlieb, Moritz Schreber gibi pedagogların korkunç önerilerinin yer aldığı kitabın Almanya’da kırk baskı yapmış olması örneğini veriyor. Ayrıca Miller, Holokost’tan otuz-kırk yıl önce doğan çocukların Hitler’in yolundan gitmelerinin büyük ölçüde çocuk yaşta aldıkları bu eğitimlerin sonucu olduğunu düşünüyor. Bir zamanlar maruz kaldıkları zulüm, onları karşılarındakinin çektiği acılarla empati kuramayan, fazlasıyla itaatkâr insanlar haline getirmiştir. Bu durum onları aynı zamanda, içlerindeki öfkeyi dışa vuramamış ancak bu öfkeyi bilinçsizce boşaltabilecekleri uygun ortamı bekleyen birer saatli bombaya dönüştürmüştür. Miller, ebeveynlerin çocuğa -bilerek ya da bilmeyerek uyguladıkları- sorunlu yaklaşımlarıyla ilgili çok çarpıcı bir iddiada bulunuyor: “Eğer Hitler’in çocukluğunda ona yapılan işkencelerin hıncını çıkarabileceği beş oğlu olsaydı, muhtemelen Yahudi halkı kurban olmazdı. Çünkü insanlar, bir zamanlar yaşadıklarını kendi çocuklarına ceza almadan uygulayabiliyorlar. Çünkü insanın kendi çocuğunun ruhunu katletmesi hâlâ eğitim ve disiplin adı altında gizleniyor.” Buna karşın birçok çocuğun dayak yediği, kötü muameleye maruz kaldığı halde katliam yapmadığını da biliyoruz. Bu konuyla ilgili olarak yazar, kurbanların sonradan suçluya dönüşmediği vakaların hepsinde çocuğa yakın davranan ve yaşadığı haksızlığı haksızlık olarak görmesine yardımcı olan bir başkasının varlığının bulunduğunu iddia ediyor. Eğer çocuğun yanında böyle iyi ve ona yakın birisi var ise çocuk, yaşadıklarını karşılaştırarak kendisine kötülük yapıldığını fark edebiliyor ve kendisini o iyi insanla özdeşleştirebiliyor.
Miller, insanların hatalarını kabullenmesinin hiç kolay olmadığını söylüyor ve başka birçok beceri gibi bunun da çocuklukta edinip ileriki yaşlarda geliştirildiğini iddia ediyor. Eğer çocukluğumuzda hatalarımız yüzünden azarlanmak yerine davranışımızın neden uygun olmadığı ya da tehlikeli olduğu bize sevecenlikle anlatılmış olsaydı, kendiliğimizden pişmanlık duyar ve insanların hatasız olmadıkları bilgisini içselleştirebilirdik.
Alice Miller, bu konuyla ilgili Papa’ya bir mektup yazarak çocuk sahibi olacak anne-babalara bir çağrı yapmasını ve çocuğa kötü davranmanın yarattığı trajik etkilere dikkat çekmesini rica eder. Papa’nın tek bir sözüyle anne-babaların davranışlarının o anda değişmeyeceğini bilmektedir ancak uzun zaman fiziksel cezaları onaylamış bir kurum tarafından yapılacak böyle bir açıklamanın, dindar kesimlerin zihin yapısı üstünde önemli bir etki bırakacağını düşünür. Papa’nın tek bir cümlesiyle şiddet kısır döngüsünü büyük ölçüde kırabileceğine inanır. Ancak yazar, büyük bir ümitle beklemesine karşın konuyla ilgili bir herhangi bir sonuç alamadığını belirtiyor ve arkasından şu soruları soruyor: Bu tür bir bakış ve çocukların dövülmesine karşı net bir şekilde tavır almak Kilise’nin otoritesini zayıflatır mı? Eğer öyleyse Kilise iktidara neden gerek duyar? Kilise, aslında iktidar düşüncesini dışlayan sevgi üstüne kurulu değil mi? Öyleyse neden sevginin gücüne bu kadar az güvenip iktidarına ve itaatkarlığa sarılıyor? Yazara göre milyonlarca insan bu soruları kendine sormuyor bile çünkü onlar Kilise’de şefkat arıyor ve şefkatin yetişkinliği dışladığı inancındalar. Çocukluk deneyimleri nedeniyle, Tanrı’nın kendi ayakları üstünde duran bir yetişkini sevebileceğine inanmıyorlar. Ayrıca bu tür insanların soru sormayı daha çocukluklarında unutmak zorunda kaldıkları için de bu itaatkâr tavırlarıyla başkalarının son derece yıkıcı egemenliği altına girme potansiyeli taşıdıklarının da altını özellikle çiziyor. Öte yandan Miller, insanların hatalarını kabullenmesinin hiç kolay olmadığını söylüyor ve başka birçok beceri gibi bunun da çocuklukta edinip ileriki yaşlarda geliştirildiğini iddia ediyor. Eğer çocukluğumuzda hatalarımız yüzünden azarlanmak yerine davranışımızın neden uygun olmadığı ya da tehlikeli olduğu bize sevecenlikle anlatılmış olsaydı, kendiliğimizden pişmanlık duyar ve insanların hatasız olmadıkları bilgisini içselleştirebilirdik.
Bizi çocuklarımıza karşı güçlü kılan şey dürüstlüktür. Gerçeği söyleyebilmek için iktidara gerek yoktur. O sadece yalan söylerken, ikiyüzlü söylemler için gereklidir.
Oysa anne-babaları tarafından en ufak bir hata nedeniyle cezalandırılan çocuklar, hataları kabul ederlerse anne- babalarının sevgisinden yoksun bırakılacağı mesajını almış oluyorlar. Bu deneyim, ardında sürekli suçluluk duygusu ve korkular bırakıyor. Dolayısıyla aslında çocukların içinden kovmaya çalıştığımız kötülükleri çoğunlukla biz yaratıyoruz. Almanya eski Adalet bakanı Daubler-Gmelin’in şu sözleri çok anlamlı: “’Çocuğunu seven onu cezalandırır’ şeklindeki o eski söz, tehlikeli bir saçmalıktan başka bir şey değildir. Şiddet ailede öğrenilir ve sonra başkalarına aktarılır. Bu kısır döngüyü kırmamız gerek.” Miller, artık bu yıkıcı uygulamaları, özellikle de bu ‘itaat’ prensibini terk etmenin gerekliliğini işaret ediyor ve şunları ifade ediyor: “Bizim ileride teröristlerin ya da saçma sapan ideolojilerin emirlerine uyarak cinayet işleyecek uysal çocuklara ihtiyacımız yok. İlk günden itibaren sevgi ve saygı gören çocuklar, açık gözleri ve kulaklarıyla dünyayı gezer; haksızlıklara, aptallıklara ve cehalete gerek sözleriyle gerekse yapıcı davranışlarıyla karşı çıkarlar.” Yazarın da altını çizdiği gibi biz ancak kendi geçmişimizin gerçekliğinden korktuğumuz zaman güce ihtiyaç duyarız. Kendimize ve kendi gerçek duygularımıza sadık kalamayacak kadar zayıf hissettiğimizde güce dört elle sarılırız. Oysa bizi çocuklarımıza karşı güçlü kılan şey dürüstlüktür. Gerçeği söyleyebilmek için iktidara gerek yoktur. O sadece yalan söylerken, ikiyüzlü söylemler için gereklidir. ---  * “Özgürlüğün temelinde itaatsizlik yatar. İtaat edenlerden ancak köle olur.” Henry David Thoreau  **Bilmek Seni Özgür Kılacak, Alice Miller, Paloma Yayınları, 2019, Çeviren: Levent Tayla