İkinci yüzyılda yeni bir siyaset biçimiyle, kendi mahallesine hapsolmuş ruh ve bilinçle değil, duvarları yıkan bir cesaretle davranmak gerekmektedir. Ülkenin birlik ve bütünlüğü böyle sağlanabilir. Ancak böyle bir ortamda insanlar kimliklerine hapsolmadan tercihlerde bulunabilir. Ülkemizde kurucu ideoloji sıklıkla tartışılır. Kurucu ideolojiden kasıt, devlet nazarında egemen söylem ve pratikleri; birey düzeyinde ise bu duruma içkin davranma biçimidir. Devleti kuran, kurumları inşa eden, bireyi o parantezde yönlendiren siyasal davranışlar bu çerçevede yorumlanır. Ülkemizde bir “üst ideoloji” olarak Kemalizmden söz edilse de aslında gündelik yaşamda başka ideolojilerin ya da bir tür “alt ideolojilerin” devrede olduğunu görmek, anlamak ve çözümlemek durumundayız. Bu çerçevede “endişe” ülkemizde hem kurucu hem yıkıcı bir ideolojik edim olarak siyasal alanı belirleyen bir hal almıştır. Memleket olarak bir türlü bu endişe sarmalından çıkamıyoruz. Hep birlikte, toplumsal ve siyasal barışını sağlayamayan, anayasal, kurumsal, kültürel, sosyolojik ve ideolojik olarak kendini inşa edemeyen bir sistemin çıktılarını yaşıyoruz. “Endişeli Modernler”den “Endişeli Muhafazakâr”lara yaşanan akış aslında siyasal kültürün bir parçası olarak görülmeli ve bu durum yönetme pratiğinden demokratik kültüre, ortak yaşamdan toplumsal barışa kadar farklı alanlarda ele alınmalı, tartışılmalı ve çözüm önerileri geliştirmelidir. Toplumun farklı kesimlerinin birbirlerine karşı önyargıları, yurttaşlık hukukunun eşit bir biçimde uygulanmamasının getirdiği sorunlar bu endişeleri derinleştirmiştir. Siyasal olarak bu kutuplaşmanın kullanılması endişe halinin bir tür kurucu ve yıkıcı ideoloji olarak siyasal alanın parsellenmesinin temel motivasyonuna dönüştürülmüştür. 28 Şubat‘tan Cumhuriyet mitinglerine “endişeli modernlerin” harekete geçmesi/geçirilmesi bu kitlenin AK Partili ya da daha geniş bir hatta muhafazakârlar tarafından ciddi bir tehdit olarak görülmesi bir türlü rövanş alma çabası içerisinde olacağının endişesi sosyolojik bir kategori yaratmıştır. AK Parti ise tarihsel olarak üretilen/beslenen korkuları gidermek ve “öteki mahalle” ile sağlıklı bir ilişki/iletişim kurma çabası içinde olmaktan çok korkuyu güçlendirip kendi mahallesini büyütme çabası içinde oldu. Yani kendi kitlesinin endişesini giderip, diğer toplum kesimlerine güvence verecek siyasal, kurumsal, hukuksal, söylemsel bir çaba içinde olmadı. Şimdi aynı AK Parti “iktidardan gidersek” üzerine kurduğu yeni bir söylemle karşımızda. Şimdi de mahallesini büyütmek yerine var olanı korumak, mahalleyi bir arada tutma çabasına girmiş durumda. Artık “Endişeli Muhafazakârlar” ı tartışıyoruz. Bugün şunu görmek durumundayız; AK Parti’nin 20 yıllık iktidarında yapıp ettiklerinden kaynaklı olarak topluma yeni bir imkân sunamama durumu, onun iktidardan düşeceğine dair ciddi bir gerçekliği toplum karşına çıkarmıştır. Toplumsal bir konsensüsle çözülmüş başörtüsü meselesi başta olmak üzere “muhafazakârların kazanımı” tehdit altında algısı yaratma çabasına girmesi sağlıklı değildir. Temel olarak belli bir toplumun, topluluğun kazanımlarını “kendinden olanların iktidarı” korumaz, güvenceye almaz. Sağlıklı ve işleyen bir demokrasi ve onun kurumları bu güvenceyi sağlar. Ülkemizde iktidara gelmek veya gitmek bir rövanş hali içinde algılanmamalı. Bunun bugüne kadar böyle algılanması siyaset kurumunun toplumu yanlış okuması, kategorize etmesi sonucudur. Elbette ki farklı kesimlerin farklı talepleri vardır, olması da doğaldır. Siyaset kurumu sadece bir kesimin değil yani kendi doğal tabanının, ideolojik, etnik ve mezhepsel kategorizasyonunun temsilcisi değildir, olmamalıdır. Böyle olması ya da bu tarz bir pratiğin sergilenmesi rövanşizmi hep gündemde tutmuştur. Bugün yeni bir iktidar kurma çabası içinde olanlar, bu eski zihniyeti geride bırakmak zorundadırlar. Dolayısıyla siyasette eşik atlamak, siyaseti en çağdaş kurallarıyla içselleştirmek ve işlemek için bu endişe ideolojisinden, rövanşizm duygusundan arınmak gerekiyor. İkinci yüzyılda yeni bir anlayışla, yeni bir siyaset yapma biçimiyle, kendi mahallesine hapsolmuş ruh ve bilinçle değil, var olan duvarları yıkan bir cesaretle davranmak gerekmektedir. Ülkenin birlik ve bütünlüğü, toplumsal barışı ve de tasada/kıvançta bir olma duygusu böyle inşa edilir ve ancak böylesi bir ortamda insanlar kimliklerine hapsolmadan/hapsedilmeden siyasal tercihlerde bulunabilir. Geleneksel bir duygu ve siyasal davranış halini alan “devleti”, “kurumları” “ele geçirme” ve farklı olanı tasfiye etme çabası siyaset kurumunun temel motivasyonu olsa da toplum çoğu zaman daha duyarlı davranmıştır. Şimdi hem bu duyarlılığı büyütmek hem de bu siyaset biçimini terk etmek temel siyasal sorumluluktur. Tek çare bu endişe halini ortadan kaldıracak, güven verecek bir siyaseti ve de onun kurumlarını, kuralları evrensel düzeyde inşa etmektir.