Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman Türkiye’de siyasetin geldiği kurucu siyasete olan ihtiyacı ifade edip bu konuda; “Madem yeni bir yönetişim için bu derecede güçlü bir talep mevcuttur, o talep mutlaka güçlü bir siyasetle desteklenmelidir ve sorumluluğun büyüğü CHP’dedir.” tespitini yapıyor
I
Her siyasetçinin kaderi, Atatürk veya Lenin gibi kendi sistemini daha ilk günden kurarak iktidar olan siyasetçilerin kaderi ne benzemez, onlar gerçek anlamda ‘devrim’ yapmış insanlardı, devrimlerinin sistemini kuruyorlardı, demokratik toplumlar ve sistemler ise, tam tersine, devrimi dışlayan, reddeden yapılar olduğundan, o bünyede yer alan politik karar vericiler, kurulmuş düzende hareket eder, onu zamanla ve tedricen değiştirir, bu bakımdan da demokrasiler yapıları itibariyle muhafazakâr yönetim sistemleridir. Kemal Kılıçdaroğlu bu bakımdan, dünyada çok az görülen bir işe girişmiştir, çünkü, karşı olduğunu söylediği, değiştirmek istediği bir sistemle Cumhurbaşkanlığı yarışına giriyor, seçilmesi halinde o ortadan kaldırmayı amaçladığı yapının kuralları ve koşullarında ülkeyi yönetecek, değişiklik arkadan gelecek, zaman alacak. Nitekim Masa protokolüne bu kuralı yerleştirdi. Sistemi değiştirmek iddiasındaki Cumhurbaşkanı önce her şeyi olduğu gibi kabul ederek yönetimi sürdürecek, dönüşümü zaman getirecek. Ne diyelim, bir tür ‘siyasal kader’.
Kader kelimesini seküler çevrelerin sevmediği malum, hele Kahramanmaraş depreminden sonra yapılan açıklamalar sözcükle kitleler arasına büsbütün soğukluk soktu ama bizde daha çok
İtiraflar adlı, bana göre başucu kitabı olması gereken metniyle tanınan Hippolu Augustinus’un en önemli yapıtı sayılan, siyasal kuramın ilk ve en önemli metinlerinden biri olan
Tanrı’nın Şehri’nden beri (
De Civitate Dei- Tanrının Devleti diye çevirmekte hiçbir mahzur yoktur) devam eden
siyasal teoloji meselesi, kaderi politik hayatın ortasında bir yere oturtur. 1990’larda uzun bir kış uykusundan sonra Chantal Mouffe ve çevresi tarafından uyandırılan Carl Schmitt de
Siyasal Teoloji kitabında konuyu ısıttı ve o günden bu yana ahir zaman peygamberleri arasında saymamız gereken Agamben’den Zizek’e kadar hemen tüm felsefeciler konuyu bir başka yönüyle ele alıyor. Ana problem Schmitt’in biçimlendirdiği şekliyle sürüp gidiyor: modern siyaset teolojik kavramların ve modellerin seküler halidir. Ben de o anlamıyla kullanıyorum ve Türkiye siyasal kaderinin yeni bir eşiğindedir diyorum.
Kutsallığı bir yana, devlet müdahale edilebildiği ölçüde demokratiktir, ona kutsiyet atfetmek ancak devleti fetişleştirmekle mümkündür ki, o ancak ideolojilerde geçerli bir pozisyondur, başlarında da Faşizm gelir.
II
Siyasal teoloji çok ilgilendiğim bir konudur ve bizim gibi sekülarizmi bambaşka bir gelişmeyle yaşayan toplumlarda daha da ileri bir önem taşır. Taşır, çünkü, teolojinin de modern siyasetin de öznesi devlettir. Kuzey Batı Afrika’da Numibya’da doğan, büyük olasılıkla siyahi Augustinus’u okumak yeterlidir, kuşkusuz Tanrı’dan söz eder ama onun aşkınsalcı (
transcendental) yanıyla ve göksel (
celestial) konumuyla değil, insan-toplum ilişkilerinde nasıl konumlandırılacağıyla meşguldür. Hazreti İsa, ‘Sezar’ın (yani kralın, yöneticinin) hakkı Sezar’a Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya’ derken din-devlet hatta birey-devlet ilişkilerindeki dönüşümü işaret ediyordu. Augustinus, anımsatalım, kitabını İsa’dan 430 yıl sonra kaleme alıyordu.
Şimdi Tanrı’nın devleti (
the Kingdom of God) ile değil insanın/toplumun ürünü devletle uğraşıyoruz, kendi yaptığımız, biçimlendirdiğimiz devleti zamanla nasıl dönüştüreceğimizi sorguluyoruz, bir manada yaptığımız her seçimde siyasal partiler devlete nasıl müdahale edeceklerini açıklıyor, ona verecekleri yeni şeklin öngörüsünde bulunuyor, toplum da en çok beğendiği
devlet müdahalesi modelini onaylıyor. Kutsallığı bir yana, devlet müdahale edilebildiği ölçüde demokratiktir, ona kutsiyet atfetmek ancak devleti fetişleştirmekle mümkündür ki, o ancak ideolojilerde geçerli bir pozisyondur, başlarında da Faşizm gelir. Bitmez tükenmez bu konunun kritik bir köşesinde bildiğim kadarıyla henüz Türkçeye çevrilmemiş Franz Leopold Neumann’ın
Behemoth isimli kitabında öne sürdüğü iddialar bulunuyor. Neumann’a göre devlet, Levaithan’ı yazmış Hobbes’un bir risalesinin de başlığı olan, Ahd-i Evvel’deki kara canavarı Behemoth’tur. Neumann’ın Behemeoth’la Nazi devletini kastediyordu. Nasyonal Sosyalist devlet hakkında sanılanlar yanlıştı, bu devlet görünürde fazlasıyla güçlü, mutlaklaştırılmış bir devlettir ama özünde otoriteyle ilgisi olmayan, belli grupların çıkarlarına hizmet eden, bir terör devletidir ve hukuksuzdur. Halbuki Hobbes’un, Leviathan’ında devlet insanı ‘doğa durumu’ndan çıkaran güçlü, otoriter, mutlak bir devlettir.
Farklı dönemlerde devletin uyguladığı hukukun normu ve fiili farklıdır ve büyük sıçramanın pozitif hukukun devleti öncelemesiyle ortaya çıktığı gerçektir. Buna mukabil devlet denen bu ‘canavar’ın ve ‘hakimiyeti’ mutlaklaştığı oranda hukukla arasında ciddi bir kopma başlar.
III
Çeşitli ülkelerde siyaset biliminin kurucusu kabul edilen Neumann’ın kitabıyla sorunlarım ilk günden beri devam ediyor. Verdiği somut örneklerle bakınca söylediklerine katılmamak olanaksız ve iddiaları erken dönemlerdeki devletlerle tam bir uyum içinde. Devlet, feodal hatta arkaik dönemlerde, siyasal antropoloji gösteriyor, belli bir kesimin hakimiyetiyle devlet olur. O kesim bir kabiledir, aşirettir, örgütlü bir başka güçtür, kendi çıkarı doğrultusunda hareket edecektir, bunda da herhangi bir tereddüt yok.
Hukuku koyan ve uygulayan devlet modernleşmeyle ilgili bir olgu. Modernleşme de sadece 19. Yüzyıla ait bir kavram değil. Feodal dönemin devleti meşruiyetini Tanrı’dan alıyordu, sonra Tanrı’nın gölgesi Kral meşruiyet mercii oldu, modern dönemin devletinde meşrutiyet halka intikal etti. Hangisi olursa olsun devlet hukuk demektir. Ortaçağ devleti hukuksuzdur denemez, nasıl denebilir, II. Osman dönemi Islahatnamelerinden
Kitab-ı Müstetab’da, 1620’lerde, ‘
bu devlet-i aliyye adl ile kaimdir ve illa zulm ile memalik viran olması mukarrerdir’ yani, ‘devlet adaletle ayakta kalabilir, zulm (etmesi) devleti yıkar’ deniyordu. Osmanlıların, daha doğrusu Kınalızade’nin İslam hukukunu ‘daire-i adliye’ diye yorumlayarak devletin esasına yerleştirdiği de (1564) başka bir hakikat. O kadar ki, bizde doğrudan orijinal metin okunmadığı için kimsenin farkında olmadığı, uluslararası siyaset kuramının kurucularından kabul edilen, egemenlik kavramına bugünkü anlamını kazandıran, Westfalya Antlaşmasının kuramcısı/hukukçusu Jean Bodin’in
Devletin Altı Kitabı (Les Six Livre de la République’de) Osmanlı devlet sistemini incelemesi hiç öyle boşuna değildir.
Farklı dönemlerde devletin uyguladığı hukukun normu ve fiili farklıdır ve büyük sıçramanın pozitif hukukun devleti öncelemesiyle ortaya çıktığı gerçektir. Buna mukabil devlet denen bu ‘canavar’ın ve ‘hakimiyeti’ mutlaklaştığı oranda hukukla arasında ciddi bir kopma başlar. Neumann’ın işareti bu doğrultudadır. Mutlaklaşmış devlet hukuk dışına kayacaktır, bu kaçınılmazdır, görüntüsü ve uygulama planında verdiği izlenim ne olursa olsun iç işleyiş sistemi hukuk dışılığı gözetecektir. 21. Yüzyılda, daha doğrusu 20. Yüzyılın sonunda demokrasilerin ya da demokratik devletin belli başlı bazı ilkelerin üstüne oturması, onların başında da saydamlığın, hesap vermenin, açıklığın gelmesi kendiliğinden değildir, bir türlü dizginlenemeyen ve daima elden kaçarak kendi mutlakıyetini tesis etmeye çok meyilli olan devletin bazı ölçülebilir ilkelerle bağlanması, kontrol altına alınması maksadını güder.
Ne var ki, 21. Yüzyılın ilk çeyreği tamamlanırken devletler sistemi hiç de öyle saydamlıkla bütünleşmiş değil. Dünyanın en gelişmiş (?) demokrasilerinde de devlet ve bürokrasiyle ilgili çok ciddi sorunlar var. Kapitalist üretim ilişkilerinin, devasa şirket organizasyonlarının devrede olduğu modellerde devletin çıkar ilişkilerinde, yozlaşmada (
corruption) başlı başına bir rol oynadığını biliyoruz. Aslına bakarsanız devlet bugünkü demokrasi modellerinde egemenlik transferinin odağıdır. Kendine göre bir piramit içinde halk egemenlik yetkisini parlamentoya aktarır, parlamento icrayı teşkil eder, o bürokrasiyi oluşturur. Bazı atamaların her demokraside Cumhurbaşkanı tarafından gerçekleştirilmesi bu ilişkinin kritik yanıdır.
Bu meyanda devlet icra demektir. Parlamento değiştiği zaman yürütme/icra yani hükumet/’icra vekilleri heyeti’ değişir, siyasal eylem yani seçim tam da bunun içindir, insanların yönetime karar vermesi. O yönetim modelinde doğrudan demokrasi veya temsili demokrasi arasındaki fark ciddidir. Yerel yönetimleri kısmen doğrudan demokrasi sayılabilir ama o bile sorunludur. Bugün bütün dünya temsili demokrasinin yetersizliğini ve kısıtlamalarını tartışıyor. Doğrudan demokrasiye en yakın araç referandumdur ama referandumun demokratik planda çok ciddi kısıtlamaları bulunuyor, referandum, herhangi bir konunun evet-hayır ikilemine indirgenmesi, tartışma/müzakere zeminin ortadan kalkması gibi darboğazlar içeriyor.
Unutmayalım, görev ve yetki sınırları hayli kısıtlı bir CB’den değil, büyük bir kapasiteyle donatılmış bir devlet başkanından söz ediyoruz.
IV
Türkiye yeni bir seçimin eşiğinde duruyor ve çok ciddi bir demokrasi çelişkisiyle yüz yüze: girişte belirttiğim gibi CB adaylarından birisi seçildiği rejimi/sistemi değiştirmek için yetki istiyor ama mevcut sistemde CB olacak, uzunca bir süre, yeniden ‘parlamenter sistem’e geçinceye kadar karşı çıktığı sistemin araçları, metodolojisi ve muhakemesiyle devleti yönetecek. Unutmayalım, görev ve yetki sınırları hayli kısıtlı bir CB’den değil, büyük bir kapasiteyle donatılmış bir devlet başkanından söz ediyoruz. (Tabii, devletin başı olması hasebiyle bu tabiri kullanıyorum, seçimli sistemlerde devlet değil cumhur-başkanı söz konusudur. Her ne kadar Amerika’da ve Fransa’da sadece ‘başkan’ deniyorsa da özellikle Fransa’da gerçek veya tam isim ‘Cumhuriyetin Başkanı’dır. Romancı Flaubert, mimar Mies van der Rohe’nin ‘şeytan ayrıntıda gizlidir’ sözünden yüz yıl önce ‘Tanrı ayrıntıdadır’ demişti.) O devlet başkanı kendisini makamına taşıyan yapıyı ne kadar savunacak ve koruyacak?
Böyle bir sorunun ilk cevabı elbette olumludur, kuşku yok, bir kompozisyonun, her şey yolundayken çözülmesi, parçalanması için neden olmaz, bilenler bilir, bilim metodolojisinde bir kavram yer alır,
ceteris paribus denir, değişkenin dışındaki her şey sabitken demektir, evet, öylesi bir pozisyonda herkes kendisini bir çizgiye taşıyan yapıyı muhafaza eder. Ama bir başka kavram daha var bilim dünyasında,
mutatis mutandis, anlaşılacağı gibi değişmesi mümkün şeyler değişti anlamına gelir, kabaca koşulların değiştiği bir ortam oluştu demektir. O şartlarda bugünkü kompozisyon neye dönüşür sorusuna yanıt arayalım.
Parlamenter demokratik sistem tüm yapısal eksiklerine rağmen, doğrudur, halkın öncelikli meselesi değil ama yine de halk tarafından kullanılan bir kıstastır. Geldiğimiz noktadaki değişim talebinin sistem yapısı ve devletin işletilme modeli üstünden gelişmesi, neresinden bakılırsa bakılsın siyasal erginlikle ilgili, çok önemli bir açılımdır.
V
İki temel olgudan söz ediyoruz. Birincisi, CB Hükümet Sisteminin değişmesi! Değindim, seçilen kişi, kendisine o seçimi mümkün kılan sistemi değiştirecek, olmaz mı, olur yeter ki, şartları yerine getirilsin. Daha önemli olan mesele ikinci koşuldur ki, o da kompozisyon, koalisyon, ittifak dediğimiz yapının niteliğidir. Hiç yabana atılmayacak, aksine çok üstünde durulması gereken ve bugüne kadar bir hayli ihmal edilmiş veya en fazlasından ‘romantize’ edilmiş bir ittifaktan söz ediyoruz. İttifakı Türkiye’de siyasal İslamın içinde bulunmuş, kurulmasına çok emek vermiş ama kendi iç nüanslarını, ton farklarını taşıyan bir çevre, radikal, ırkçı sağdan gelen bir dönem değişme çabası göstermiş ama o gayretinden artık vazgeçmiş bir çevre ve nihayet merkezde yer alan laik-Batıcı bir çevre meydana getiriyor.
Böyle bir ittifakın kurulması sadece benzemezlerin bir araya gelmesi bakımından değil, benzemezleri bir araya getiren faktörler bakımından önemlidir. Yayınlanan şu kadar sayfadan ve maddeden oluşan bildiri teknik bir çalışmadır, o kadar da güçlü bir ideolojik zemine sahip değildir. Yine de teknik yaklaşımlar önemlidir, bize kendi kapalı, suskun diliyle çok şey söyler, bu çalışmanın da türettiği sonuç bellidir, devletin daha doğrusu bürokrasinin yeniden yapılanması. Mevcut seçim ve devlet yönetim sisteminin değişikliği bu yapılanmayı zaruri kılar mı, emin değilim. Herhangi bir rasyonel
yönetişim (governance) anlayışında o listede yer alan maddeler uygulanabilir, özellikle yönetim sisteminin değişmesini gerektiren, ön-gerektiren neler var, ilgililer açıklarsa öğreniriz. Demek ki, ana sorun sistem değişikliğidir. O değişim talebinin altında da iyi bir yönetişim arzusu yatıyor, saydam, hesap veren, temiz bir yönetim.
Toplumun böylesi bir talep üretmesi son derecede önemli, anlıyoruz ki, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde bu doğrultuda geliştirilmiş çok sayıda model ve yorum karşılık bulmuştur, toplum,
devlet aklı (raison d’etat) denen, maalesef anlamı yeterince kavranmadığı için hep olumlanarak çevrilen özünde,
hikmet-i hükumet yani
hikmet-i ilahi gibi sual edilemeyen, ne yaparsa doğru olduğu varsayılan düşünceyi ve onunla özdeş mutlak devlet anlayışını aşmıştır. Ve gene öyle anlaşılıyor ki, mutlak bir yöneticinin iş başında kalacağı, hızlı karar alma gibi bir rasyonele bağlanan, Demirel’den, Özal’dan beri devam eden model halktan destek görmemiştir. Her zaman söylediğim ve Türkiye’deki siyasal model ve davranış hakkında temel iddialarımdan biri olan, halkın 1908’den beri devam eden, hiç geri çekilmeyen siyaset yapma, siyasete katılma ve geri çağırma dürtüsü öne çıkmıştır. Parlamenter demokratik sistem tüm yapısal eksiklerine rağmen, doğrudur, halkın öncelikli meselesi değil ama yine de halk tarafından kullanılan bir kıstastır. Geldiğimiz noktadaki değişim talebinin sistem yapısı ve devletin işletilme modeli üstünden gelişmesi, neresinden bakılırsa bakılsın siyasal erginlikle ilgili, çok önemli bir açılımdır.
Bu ittifak iş başına geldiği takdirde hatta gelmediği durumda da Kürtlerin ve Alevilerin mevcudiyetini kendileriyle dayanışmasını koruyacak mıdır yoksa bu sadece bir sorun odağı çevresinde oluşmuş bir beraberliktir de sorun aşılınca ittifak çökecek midir?
VI
Güzel, şimdi gelelim, bu değişim talebinin gerçekleştiricisi olacak kompozisyonun yeterince ele alınmayan unsuruna. Altılı Masanın dışında kalan Kürtler (ve Aleviler, bilhassa onlar) bu yapıyı destekliyor, içeriden olmasa da dışarından büyük bir destek sağlıyor. Hatta Kürt oylarının toplamıyla masada yer alan ve toplamı %1-2 civarında olan katılımcıların oyları mukayese dahi edilmez. Sistemin asıl taşıyıcı bu durumda CHP-İyiP ve Kürtlerdir. Buna reel sol kesimi de dahil etmek mümkündür. Son derecede ilginç bir yapı bu. Nedeni, Kürtlerin ve Alevilerin mevcudiyetidir. Bildiğimiz gibi Türkiye’de devletin tarihsel olarak karşısına aldığı ve asla uzlaşmadığı dört unsur söz konusudur: Kürtler, Aleviler, komünistler ve şeriatçılar. Akparti’nin büyük kitle başarılarının altında yatan önemli bir neden bu kesimleri siyasete taşıması, siyasallaştırmasıydı, zamanla bu refleksini devlet lehine dönüştürünce bugünkü sorunlarını yaşamaya başladı. Sadece İyiP’le HDP arasındaki açık veya örtülü gerilim dahi belirttiğim noktanın gerçekliğini ortaya koymaya yeter ama iş olacağına varıyor, siyasal pratik yani
reel politik her zaman kuramsal veya ideolojik ayrımları aşıyor, İyiP de bugün ittifaka verilen desteğe sesini çıkaramıyor.
Şimdi gelelim işin bam teline, bu ittifak iş başına geldiği takdirde hatta gelmediği durumda da Kürtlerin ve Alevilerin mevcudiyetini kendileriyle dayanışmasını koruyacak mıdır yoksa bu sadece bir sorun odağı çevresinde oluşmuş bir beraberliktir de sorun aşılınca ittifak çökecek midir? Türkiye’nin önündeki siyasal süreç en genel şekilde düşünüldüğünde ve bir ‘Türkiye siyaseti’ tahayyül edildiğinde söz konusu ittifakın çözülmesi hayati derecede yanlış olacaktır. Ne yazık ki, Türkiye’de çoğulcu ve gerçek manada temsile dayalı bir siyaset kurulamadığı için Kürtler her ne kadar kendilerine dönük bir siyaset oluştursalar da (zaman zaman kendilerinden kaynaklanan ciddi hataların sonucu da olarak) münferit ve genel siyasal bünyeden dışlanan, hiç değilse dışarlıklı bir kesim halinde kalmıştır. Alevilerin siyasal temsili o kadar bile değildir, sadece CHP içinde çok küçük ve git gide politik önemini yitiren bir kesim durumundadır. Hemen belirteyim, şu öne sürdüğüm koşullar devletin çok çekindiği kimlik siyasetini engelleyecek tek modeldir.
Kürtler ve Aleviler her şeyden önce demografik olarak, sonra politik olarak o bloğun en önemli kurucu ögesidir. Devletin bu kesimlere dönük tereddüdü Millet İttifakı’nın seçimi kazanması halinde devam edecek mi, CHP geleneksel-tarihsel (iki kavram birbirine zıttır ama ben iki düzeyi de kastederek birlikte kullanıyorum) tepkilerini göstererek yine onlara sırtını mı dönecek?
VII
Bugünkü siyasal sitem hiç beklemediği bir oluşum getirmiş ve
demokratik blokları zorunlu kılmıştır. İttifaklar şeklinde tezahür eden demokratik bloklar %50+1’i yakalamanın tek yolu. Başkanlık sisteminin Türkiye’ye sağladığı bir kazançtır bu sonuç, dikkatle kullanılırsa siyasal polarizasyonu aşmakta da çok işlevsel olabilir, durum açıkça gösteriyor. Kürtler ve Aleviler her şeyden önce demografik olarak, sonra politik olarak o bloğun en önemli kurucu ögesidir. Devletin bu kesimlere dönük tereddüdü Millet İttifakının seçimi kazanması halinde devam edecek mi, CHP geleneksel-tarihsel (iki kavram birbirine zıttır ama ben iki düzeyi de kastederek birlikte kullanıyorum) tepkilerini göstererek yine onlara sırtını mı dönecek? Diğer koalisyon unsurlarının bu meyanda o ölçüde önemsenmesi gerekmez. İşaret ettiğim kabulün gösterilmesi halinde Türkiye’de toplum da siyaset de çok ciddi bir yol alacak, yeniden yapılanacaktır.
Madem yeni bir yönetişim için bu derecede güçlü bir talep mevcuttur, o talep mutlaka güçlü bir siyasetle desteklenmelidir ve sorumluluğun büyüğü CHP’dedir. Yeni bir dönem olacaksa bu dönemin
kurucu siyaset dönemi olması gerekir. siyasal kader şimdilik bu noktada duruyor.