Sözü dolaştırmazsak sonuç şu: demokrasi yani farklılıkları uzlaştırmanın aracı kabul edilen demokrasi olmaksızın cumhuriyetin tek başına işlevi yok diyemeyiz ama o işlevin çok sınırlı kalacağı muhakkak.
Cumhuriyetin 100. Yılına girdik. Bu yönetim biçimi ülkemizde diğer ülkelerde ifade ettiğinden farklı ve fazla anlamlar ifade ediyor. Cumhuriyet son kertede iktidarın kimin elinde olacağıyla ilgili bir yönetim modeli ya da yöntemidir. En genel ama doğru tanımıyla söyleyelim: eğer iktidar bir monarkın veya bir hanedanın değil de halkın elindeyse yönetim biçimi cumhuriyettir. Daha da açarsak eğer iktidarın kimde olacağı seçim yoluyla tayin ediliyor, seçim sistemi bir soy sistemi içinde iktidarın babadan ahfadına doğrudan intikalini engelliyorsa cumhuriyet teşekkül etmiş demektir. Fakat, cumhuriyetin bir ortak yönetim halinde cereyan ettiği modeller de mevcuttur. Sembolik veya metodik şekilde halkın elindeyken, iktidar, bir monark veya hanedan tarafından gene sembolik veya metodik şekilde de olsa paylaşılıyorsa, yani meşruti monarşi söz konusuysa yine cumhuriyetin mevcudiyeti sorgulanmaz. Kısacası kurucu bir fiil olarak cumhuriyet bir hayli esnek ama özünde halk kavramını, halk-iktidar ilişkisini, iktidarın devri prensibini benimseyen bir sistematiktir. Özü budur ve bu öz cumhuriyetin en temel ontolojik ilkesidir.
Halk mevcudiyetinin ve halk-cumhuriyet (ki, cumhur ‘halk’ demektir ve ‘iyet’ ekini bugün ‘-cılık’ veya ‘ona ait olma’ eki şeklinde çevirmek mümkün) ilişkisinin tarihsel kökenleri bakımından tarihsel kurucu dönem Roma’dır. Sonradan bir imparatorluğa dönüşecek olan Roma Cumhuriyeti kendi tanımlarıyla
res publica’ya yani halka dayanıyordu. Bu sözcüğün,
res publica’nın kamu işleri anlamına da geldiğini biliyoruz fakat da bugünkü Batı dillerinde geçerli
republic sözcüğünün kökeni olduğu su götürmüyor. Hatta bu haliyle daha da güzel bir anlam üretiyor: halka ait, halkla ilgili. Neredeyse sözcüğün tüm birimleri, ekleri ve ön ekleriyle
cumhuriyet sözcüğünün karşılığı.
İlginçtir, Roma Cumhuriyeti, Roma Krallığının devrilmesinden sonra kuruldu ve biraz da Fransa’nın büyük devrimden sonra, kısa bir müddet için olsa bile, yeniden imparatorluğa dönmesi gibi Roma İmparatorluğuna evrildi. Joy Connolly’nin çok etkileyici kitabı
Roman Republic okunursa bu süreç bütün boyutlarıyla anlaşılır. Fakat benim ilgimi çeken başka bir yanı var işin.
Roma Cumhuriyeti temsili demokrasinin ilk örneklerinden biri. Ülkenin/yönetimin senatosu vardı ve seçilmiş temsilcilerden oluşuyordu. Tıpkı antik Yunan’da sadece soyluların oy kullanması gibi Roma’da da seçim bölgeleri, şimdi bizim bir kentin belli bölgelerinin soylulaştırılması için kullandığımız ‘
gentrification’ sözcüğünün kökeninde yer alan soylular yani
gent’ler tarafından kontrol ediliyordu. Gene de Senato bölgelerden oyla belirlenip gelen temsilcilerden oluşuyordu. Geçmeden belirteyim, Platon’un en tanınmış ve erken dönem Sokratik diyaloglarından sonra gelen en tam yapıtı ve devlet, devlet yönetimi gibi anlamlar içeren
Politeia, Batı dillerinin çoğuna kitabın Latinizasyonundan sonra aynı adla çevrilmiştir:
republic. İşin ilginç yanı şu ki, Türkçeye
Devlet diye aktarılmasıdır. Galiba bizim devlet-cumhuriyet arasındaki karmaşık zihin yapımızı önemli ölçüde yansıtıyor.
Roma Cumhuriyetinin, Platon’un kitabında sorduğu devleti kim yönetecek sorusunu verdiği yanıt bizzat Platon’un getirdiği yanıttan daha farklı ve karmaşıktır. Bütün o yapıyı ele almak anlamsız ama bugünkü dünyaya ve cumhuriyet kavramının dönük tartışmalar bakımından sadece yönetimin
Optimitades ve
Populares arasındaki gerilimine işaret edelim. Evet, sorun daima aynıdır: kim yönetecek? Opitimatades ’en iyiler’ anlamına geliyordu (bunun bir alt kategorisi de var:
Boni, ‘iyi insanlar’ demektir) ve soylulardı. Populares de özellikle köleliğin lağvından sonra ortaya çıkan yeni sınıflarla yani halkla dayanışanlar, halkçılar.
Tarihsel açıdan bakınca Roma Cumhuriyetinin iki dikkat çeken özelliği var. Birincisi, krallıktan sonra gelmesine rağmen yönetimin yeniden imparatorluğa evrilmesine engel olamaması. İkincisi, cumhuriyet daima Hobbescu devletin son aşamasına geldiğini işaret eder. Fakat ilginç olanı şu ki, mutlak bir devletin yaşanan tüm sorunları çözecek tek organ olduğunu söylemek maksadıyla Hobbes malum kitabını,
Leviathan’ı
, 1651 gibi geç bir tarihte yazıyordu; Roma Cumhuriyetinden şöyle böyle 2000 yıl sonra. Hobbes’tan 150 yıl sonra bu defa dünya Fransız Devrimiyle birlikte yeniden halk ve cumhuriyet kavramlarına dönüyordu. Kendiliğinden olmayan, toplumsal, özellikle de sınıfsal gelişmelerin tetiklediği bir oluşum ‘modern cumhuriyet’. Aynı zamanda da ekonomik iktidarı elde etmiş burjuvazinin siyasetin tarih sahnesindeki büyük rolü ve hamlesidir. O nedenle de modern cumhuriyet bilhassa Fransız modeli düşünülünce daima
burjuva demokratik devrimi olarak adlandırılır. Sadece cumhuriyetin kendisi değil, getirdiği tüm dönüşüm unsurları bu kavramı pekiştirir.
Cumhuriyet, demokrasi için ne kadar yeterli ne kadar gerekli şarttır çok tartışılır. Bir demokrasinin mevcudiyeti için de işlemesi için de cumhuriyete gereksinimi yoktur. Olmadığı içindir ki cumhuriyet olmayan İngiltere demokrasinin en güçlü olduğu ülkelerden biridir. Buna karşılık Amerika cumhuriyet olduğunu neredeyse hiç anımsamaz.
Fransız Devriminin modern cumhuriyeti düşüncesini ateşlediğini söylüyoruz. Belki devrimin ateşi daha yakıcı olduğundan. Ama Roma Cumhuriyetinin tartışmasız bir hayranı olan Baron Montesquieu
Kanunları Ruhu isimli yapıtını
ihtilal-i kebirden 40 yıl önce yayınlamış ve Cumhuriyetçiliği, önermese bile, başlı başına bir sistem olarak görmüştü. Oysa o arada yaşanan çok önemli bazı hadiseler var. Kendi siyasal kültürümüzün kaynakları Fransa olduğu için aklımıza daima 1789 tarihi geliyor ama ondan tamı tamına 100 yıl önce İngiltere’de 1688-89’da yaşanan
Glorious Revolution sonunda kendisini anayasal monarşi olarak tanımlayıp ilan etmişti. Cumhuriyet değildi ama cumhuriyetin özüne dönük tüm kavramları sisteminde barındırıyordu. Üstüne üstlük 1776’da da Amerika’da cumhuriyet ilan edilmişti. Belirttiğim tarihlerle birlikte düşününce Fransız Cumhuriyetinin hayli geç bir hareket olduğunu belirtmek gerekir.
Bu kısa fakat uzun tarih, cumhuriyet kavramının iç dönüşümlerini, çelişkilerini ve onlardan kaynaklanan çatışmaları vermesi bakımından önemlidir. Gene de cumhuriyet kavramının özünü meydana getiren asli unsurlar bu anlatımda yer almaz. Onları yerli yerine oturtmak demokrasi kavramına gitmekle kabildir. Montesquieu’nun ardında olduğu kuvvetler ayrılı ilkesi örneğin sadece bir cumhuriyet ilkesi sayılamaz. Devlet başkanının nasıl seçileceğiyle ilgili bir yöntem olarak düşünüldüğünde cumhuriyetin bu türden bir ilkeyi barındıramayacağını görmek için ayrı bir bilgiye ihtiyaç yok. Cumhuriyet, demokrasi için ne kadar yeterli ne kadar gerekli şarttır çok tartışılır. Bir demokrasinin mevcudiyeti için de işlemesi için de cumhuriyete gereksinimi yoktur.
Olmadığı içindir ki cumhuriyet olmayan İngiltere demokrasinin en güçlü olduğu ülkelerden biridir. Buna karşılık Amerika cumhuriyet olduğunu neredeyse hiç anımsamaz. O kadar ki, Amerikan anayasasının kurucu babalarından en önde geleni James Madison 30 Haziran 1787’de Philadelphia’da yaptığı konuşmada Amerikan demokrasisinin kökenlerini şimdi Antalya’nın sınırları içinde kalan Likya Konfederasyonuna bağlıyordu. (Patara’daki insanların toplanıp siyasal kararlar aldığı
bouleuterion neredeyse Amerikan demokratik bilincinde kutsaldır.) Adı geçen kaynağa atıflar yine Amerikan anayasasının temel ve kurucu zemini sayılan
Federal Papers’ta yanılmıyorsam üç yerde atıf alır. Hamilton da bu konunun izleyicileri arasındadır ve Amerikan modelinde, belki de dünyada ilk kez bu ölçülerde, demokrasi cumhuriyeti önceler. Fakat bu gerçek özellikle Madison ve Hamilton’un yazdıklarını
Publius takma adıyla imzalamalarına engel değildi. Bu ad, Roma Cumhuriyetinin kurucusu Publius Valerius Poplicola’nın adından mülhemdi. Montesquieu’nün de bana ‘dünyadaki demokrasiler arasında en önemlisi hangisidir diye sorsalar Likya ve Akha demokrasilerini söylerim’ dediğini geçerken belirtelim.
II
Türkiye’de durum bir hayli farklı. Cumhuriyet bizde sadece bir yönetim tarzı olarak tanınmıyor da adlandırılmıyor da. Geçenlerde karşılaştığım bir açıklamada ‘cumhuriyetimizin kurucu değerleri arasında bulunan hoşgörü ve ifade özgürlüğü’ deniyordu. Türkiye’deki cumhuriyetçi modelin hoşgörü ve ifade özgürlüğüyle yaşadığı ilişki bir yana bu iki kavramın cumhuriyetçi ‘değerler’ arasında sayılması da pek mümkün görünmüyor, işin aslı aranırsa. Fakat pek öyle değil. İki nedenden ötürü.
Birincisi, cumhuriyet Türkiye’de, modern haliyle, bir devlet kurucu model, ilke ve yöntem. Türkiye’de padişahlığın lağvından sonra 1923’te ilan edilen cumhuriyet, şimdi pek anımsanmıyor ama, zaten 29 Ekim 1923 günüyle 3 Mart 1924 günü arasında geçen yaklaşık altı ayda ‘hilafetli’ bir cumhuriyettir. Hilafetin ilgasından sonra da cumhuriyet tek-parti ve onun ilkeleriyle bütünleştiğinden tüm bu ‘kurucu adımlar’ kendisine atfedilir, ona ait sayılır, ondan neşet etmiş kabul edilir. CHP’nin önce üç sonra altı olan ilke oklarıyla da cumhuriyet bütünleşmiş ve onların tümü cumhuriyetin ilkeleri sayılırken cumhuriyet de de devletle özdeşleşmiştir. Oysa devletle özdeşleşen bir cumhuriyet olamaz. Nedenleri yazının girişinde zikrettiğim unsurlar arasında bulunabilir. Halka ait ve halkı iradesiyle birlikte önceleyen sistemlerin devletle temelden bir çelişkisinin olması gerekir. Devletle halk popüler milliyetçi diskurda iç içe görünse de yönetişim bağlamında çelişir ve birbirini dışlar. Halk devletin kendince yönetilmesi için cumhuriyeti benimser.
İkinci neden cumhuriyetin öznel değerleridir. Montesquieu bir monarşistti ve en doğru yönetimin monarşi olduğunu savunuyordu. Fakat bir yandan da Roma Cumhuriyetinin hayranıydı. Türkçeye son olarak
Romalıların Yücelik ve Çöküşünün Nedenleri Üzerine Düşünceler (Considérations sur les causes de la grandeur des Romains et de leur décadence) doğru başlığıyla çevrilen 1734 tarihli küçük yapıtında o cumhuriyetin yükseliş ve çöküş nedenleri üstünde düşünür. Yükseliş nedenlerinin başında bu yönetimin sonradan Fransız Devriminin de benimseyeceği bir kavram gelir:
vertu/erdem hatta
civic vertu yani yurttaşlık erdemi! Diğer nedenler, yurtseverlik, yasalar önünde eşitlik ve disiplindir. Ayrıca Senatonun en üst yönetim aygıtı olarak biçimlenmiş halk iradesinin üstüne çıkmaması, kendisini denetlemesi cumhuriyetin başarısındaki temel ve yapıcı faktörlerdir.
Montesquieu’nun zamanına göre hayli dikkatlice yaptığı bu değerlendirme artık çağdaş cumhuriyetlerin değil ama çağdaş demokrasilerin olmazsa olmaz prensipleridir. Cumhuriyet konusundaki en dikkat çekici noktayı da demokrasiyle kurduğu ilişki hazırlıyor. Konunun çok da ilginç bir düğüm noktası var. Daha önce de değindim ve Türkçede ancak geçen yıl yayınlanan Amerikan Anayasasının hazırlık dönemi düşünce ve yaklaşım tartışmalarını bir araya getiren
Federalist Papers’ın 10.’sunu ‘kurucu baba’lardan James Madison kaleme almıştır ve bütün o birikim içinde en fazla irdelenenidir. Madison, üç önemli noktaya değinir.
Birincisi, insanların guruplara, kliklere (o ‘
faction’ der) bölünmesi kaçınılmazdır. Nedeni bütün Federalist yazarlarının özellikle İskoç Aydınlanmasının ‘liberal’ düşünürleri gibi insanı Tanrı’nın yarattığı kusursuz düzen içinde devinen, ‘doğal’ özellikleriyle kabul edilmesi gereken bir varlık olarak görmesidir. İnsan varsa hiçbir huy özelliğini yadsıyamayız. İkincisi, bu bölünmelere karşı
Union’u yani hem devletin hem anayasasının birliğini nasıl koruyabiliriz? Federalistler burada da Latin şairi Juvenal’in sorusundan (elbette öncesinde de bir kez daha Platon) devam eden o yakıcı soruya cevap bulma çabasındadır:
Quis custodiet ipsos custodes?- koruyucuların kendilerini kim koruyacak? Sorunun politik düşünce içinde ilk cevabı John Stuart Mill tarafından aranmıştır. Onun daha yumuşak yaklaşımına karşılık ‘babalar’ çok daha sert bir tutum içindedir ki, cevap üçüncü meseleye açılır: doğrudan değil temsili demokrasi bu çıkmazı aşar. Bu da ayrılıkçılığı öngören Federalistlere karşı ‘birliği’ savunan kurucu babaların bulduğu biraz da kurnaz bir cevaptır. Çünkü ‘federalist’ adını bile karşı tarafı ürkütmemek için almışlardır.
Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi kuşkusuz hayli gecikmiş (1762) fakat hayati bir kavrama işaret eder ama ortak iradeye bireylerin kendilerini teslim etmesi bugünkü farklılıklara, ayrışmalara dayalı ve onları önceleyen demokrasi anlayışıyla ciddi sorunlar meydana getirir. 21. Yüzyıldan başka bir yorum olanağı da pek görünmüyor.
Sonuç çok önemli bir cümledir: Madison’a göre federal anayasa, cumhuriyetle olabildiğince saf (
‘purer’) bir demokrasinin mutlu beraberliğidir. Eğer federal ve ademimerkeziyetçi bir yapıya geçilirse, bu yapı, ulusal, yerel ve bilhassa Senatonun yasamayla ortaya koyduğu büyük çıkarları gözeterek söz konusu ‘birleşmeyi’ sağlayacaktır. Federal ve ademimerkeziyetçi yapının önemini hiç ihmal etmeden ve yabana atmadan hatta şimdiki zamanlarda çok daha önemli olduğunu bilerek ve hiç unutmayarak bir paranteze alırsak, bu metin, siyasal bir pratiğin, özellikle de cumhuriyetle demokrasinin nerede kesiştiğini nerede ayrıştığını gösteren ilk ve en önemli saptamadır. Biraz kabalaştırmak pahasına söylersem cumhuriyet halkın iradesinin saptanması, demokrasi o ortak iradeyi hazırlayan farklılıkların uzlaştırılmasının (‘birleştirilmesi’) aracıdır.
Yorumun bizi gergin ip üstündeki cambaz konumuna yerleştirdiği malum. Sözü dolaştırmazsak sonuç şu: demokrasi yani farklılıkları uzlaştırmanın aracı kabul edilen demokrasi olmaksızın cumhuriyetin tek başına işlevi yok diyemeyiz ama o işlevin çok sınırlı kalacağı muhakkak. Bu nedenledir ki, dünyada,
demokrasisiz cumhuriyetlere alışığız. Özellikle Orta Doğu ülkelerindeki ‘halk cemahiriyeleri’ bu konunun hazin örnekleridir. Sistemli, kurumlarıyla sabitleşmiş bir demokrasi olmaksızın cumhuriyetin ‘halk iradesi’ni belirlemesi pek mümkün görünmediği gibi olsa olsa Rousseau’nun özünde de tehlikeli ‘
ortak iradesi’nin (
volonté générale) yaratmanın sakıncalı bir yolu olarak biçimlenir. Rousseau’nun
Toplum Sözleşmesi kuşkusuz hayli gecikmiş (1762) fakat hayati bir kavrama işaret eder ama ortak iradeye bireylerin kendilerini teslim etmesi bugünkü farklılıklara, ayrışmalara dayalı ve onları önceleyen demokrasi anlayışıyla ciddi sorunlar meydana getirir. 21. Yüzyıldan başka bir yorum olanağı da pek görünmüyor.
Yarın: Türkiye Cumhuriyeti Analizi
[1] ‘Türkiye Cumhuriyeti’ devletin resmi adıdır. Bu yazıda devletten doğrudan söz ettiğim yerlerde özel ad olması nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti imlasıyla yazdım. Fakat Türkiye’de kurulmuş ve yaşanan, genel bir yönetim tarzı olan cumhuriyetten söz açtığımda da sözcüğü bu şekliyle korudum.