Türkiye bir çöküş sürecindedir. Bu çöküş sadece 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin bir durum değildir. Bahsettiğim çöküşün tarihsel ve politik bir sürekliliği bulunmaktadır. Bu süreklilik, içine girdiğimiz emperyal ve kapitalist ilişkiler zinciri ve bunun ülkenin bütün yapılarına endoktrine edilen yönetme tarzı ve bilgisi ile bugünkü düzeye ulaşmıştır. Bu yönetme tarzı bu ülkenin felaketi olmuştur. Elbette bu salt devlete ilişkin bir alan sorunsalı değildir. Toplumun da aynı doğrultudaki yönelimi çöküşe ciddi bir katkıdır.

Atatürk Cumhuriyetinin taviz vermediği iki alan bulunmaktadır. Bunlardan ilki tarikat/cemaat yapıları, diğeri ise belli ülkelerin devletteki nüfuzunu arttıracak ilişki sistematiğidir. Atatürk, dinsel yapıların devlet ve toplumun çöküşündeki rolünü çok iyi gözlemlemiş ve bu nedenle kamusal alanı bu yapıların denetim ve düzenlemesinden kurtarmıştır. Mustafa Kemal, Osmanlı döneminde sadrazamlardan nazırlıklara ve askeri komutanlıklara, atama ve görevlendirmelerde yabancı devletlerin oynadığı role birebir tanıklık etmiş; dolayısıyla bu tarz bir ilişki biçiminin de kurulmasına asla izin vermemiştir.

Bu iki durumun oluşmaması için salt engelleme yolu seçilmemiştir. Yurttaşlık devrimi ve onun altyapısını oluşturan eğitim, kültür, hukuk, ekonomi, siyaset gibi alanlarda bağımsız bireylerin var olabileceği yeni bir düzen yaratılmıştır. Diğer yandan dışarıya olan bağımlılığın ortadan kaldırılması için kendi kendine yeten bir ülke inşa edilmiştir. Marx’tan hareketle, eğer bir ülke ekonomik - daha kapsamlı bir tanımlamayla altyapısal olarak- egemen ülkelere bağımlı hale gelmişse bu üstyapı ilişkilerine de etki eder. Yani egemen ülkeler sadece senin faiz politikanı belirlemez, kurumların başına kimlerin geleceğine kadar bütün süreçleri tayin eder. Bugün yaşadıklarımız işte bütün bu politikalara sadık kalınmamasının sonucudur.

Türkiye’de sağ partilerin günahı saymakla bitmez; ama saymak ve tek tek anlatmak zorundayız. Demokrat Parti ile başlayan süreç hem dışa bağımlılığın temel bir devlet politikası olarak kabullenilmesini hem de oy için tarikat ve cemaatlere büyük tavizlerin verilmesini beraberinde getirmiştir. Adalet Partisi, ANAP, DYP ve AKP bütün bu politikaları çok daha ileriye taşıyarak bugünlere getirmişlerdir.

NATO’ya olan bağımlılık ve de bunun ürettiği sağlıksız ilişki en çok orduyu yıpratmıştır. Çünkü bu tür bir bağımlılık ilişkisi içinde olan ordu mensupları yükselmenin, Genelkurmay ve hatta darbeyle Cumhurbaşkanı olma sürecinin NATO ile kurulacak ilişkiden geçtiğini çok iyi biliyorlar(dı). Sağ partiler de iktidar olmanın en önemli yollarından birinin tarikat ve cemaatlere verilecek tavizlerden geçtiğini; ama aynı zamanda olabildiğince dinin sömürülmesinden, yani kutsal olanın araçsallaştırılmasından geçmek olduğunu çok iyi biliyorlar(dı). Hem ordu hem sağ siyaset bu durumu olabildiğince kullandı ve ülkeyi kendi yükselişlerine feda etti. Geldiğimiz nokta; NATO, tarikat ve cemaat egemenliğinde bir ülkedir. Ama bir ülkeyi ayakta tutacak hiçbir değer ve bağımsız politik konumlanış söz konusu değildir. Dolayısıyla bir çöküşü yaşıyoruz.

Hangi ilişki sistematiklerinin ülkeyi bu noktaya getirdiğini göremezsek buradan bir yeniden çıkışı üretmenin mümkün olmadığını da bilmek gerekmektedir. Ordu-siyaset-sermaye üçgenindeki bu bağımlılık hali bugüne kadar hem darbeleri hem de darbe sonrasında darbeleri aratmayacak ortamları yaratmıştır.

Dolayısıyla buradan çıkışın yolu kurumsal ve siyasal ilişkileri Cumhuriyetin kurucu felsefesine göre yeniden tanımlamak ve tanzim etmekten geçmektedir. Bunu da bu ancak sol yapar. Çöküşün nedenlerini ve aktörlerini analiz edecek ve enkazını kaldıracak olan Cumhuriyetçi değerlerle barışık soldur…    


Devam Edeceğiz…