Türkiye, “Yeni Türkiye Yüzyılına” öyle bir girdi ki dünyayı yakalama şansını yönetim anlayışıyla, kurumsal erozyonuyla, bilim düşmanlığıyla, gelişimi değil göz boyamayı hedefleyen alt yapı yaklaşımıyla, tüm varoluşuyla kaçırıyor. Geçen hafta Türkiye’nin gençlerine, bu ülkede bir gelecek sunamadığından bahsettik. Bunun ülke açısından en önemli sonucu ise Türkiye’nin dünya ile rekabet edebilmesini sağlayacak nitelikli insan gücünü yitirmesi, diğer bir deyişle, dışa kapanması. Türkiye yalnızca kendi insan gücünü yitirmesi açısından değil, Türkiye’deki diğer olanaklar açısından da dışa kapanıyor. Bir süredir aslında bir tür servet aktarımı gailesiyle uygulamaya konulan Türkiye’yi ihracata dayalı ucuz işgücü yapma projesine rağmen, Türkiye katma değerli yabancı sermaye çekemediği gibi, mevcut yabancı sermaye ülkeyi terk etmeye devam ediyor. Yabancı sermayeli bankalar, yıllardır Türkiye’de ciddi bir sermaye artırımına gidemiyor. Bunun en önemli nedeni Türkiye’nin bırakın orta ve uzun vadeyi, kısa vadeli planlar için bile öngörülebilir bir iş ve çalışma ortamı sunamaması, yani istikrarsızlık. Belirli koşullarda istikrarsızlık durumunda bile iş dünyası için alınabilecek riskler olabilir. Hele ki Doğu ve Güney Asya’da insan emeğinin değeri artıp Türkiye’de azalıyorken. Ancak Türkiye’deki kurumsal erozyon ve ekonomi yönetiminin keyfiliği bunu da engelliyor. Şu an Türk ekonomisinin kısa vadede tek çıkış yolu olarak görülen yabancı yatırımın çekilememesinin uzun vadeli olarak da bedelleri ağır. Yatırımın olmaması, öz gücü ne yazık ki kısıtlı olan Türkiye’ye yeni teknolojilerin, teknik bilgi diyebileceğimiz know-how’ın girememesi, üretimde verimlilik artıracak bilgi değişimlerinin yaşanamaması ve iş hareketliliğinin azalması anlamına da geliyor. Yani yabancı sermaye demek yalnızca para demek değil. Ülkenin katma değer yaratabilecek işgücünün gelişmiş ülkelere kaybedildiği böyle bir dönemde bu olanaklardan da mahrum kalınması ülkenin geleceğini tehdit eder hâle geldi. Sırf sermaye için de değil, Türkiye “yalnızca yolu düşenler” için bile güvenli bir ortam sunamıyor. 2008 yılında, İtalyan sanatçı Pippa Bacca’nın gelinliğiyle dünya barışı için yaptığı dünya turunun tecavüze uğrayıp boğularak öldürülmesiyle Türkiye’de son bulduğunu hatırlarsınız. Ne yazık ki, Bacca olayı bir istisna değil. Türkiye’de hemen her yıl turistler hırsızlık ve gaspa maruz kalıyor, tecavüze uğruyor, öldürülüyor. Bisikletiyle onlarca ülke gezip 2015’te Türkiye’de arabanın altında kalarak can veren Fransız bisikletçi, 12 yıldır dünya turu yapan Japon gezginin 2021’de Türkiye’de bıçaklanması gibi utanç veren hadiseler, haberlerde “sıradan” bir olay olarak 20 saniye anlatılıp geçiyor. O, “olmaktan” korktuğumuz İran’da bile kadın turistler güvenli bir biçimde yalnız gezebilirken Türkiye’nin bu hâlde olması çok acı.
Türkiye’de bugün sokaklarda terör suçlularının cirit attığını, uyuşturucu baronlarının sokak ortasında birbiriyle hesaplaştığını biliyoruz. Hâl böyleyken, Türkiye’nin turizm açısından kara listeye girmesi bile söz konusu olabilir.
Her ülkede kriminal olaylar olabilir. Bunlardan turistler de etkilenebilir. Ancak Türkiye’de söz konusu olan şey, kuralsızlığın, suç ikliminin kurumsallaşması. Başta kadınlar olmak üzere kendi vatandaşının yaşam hakkını koruyamayan bir ülkede turistlerin de payını alması ne yazık ki şaşırtmıyor. Buna ek olarak, açık kapı politikası, göçmen akını ve deneyimle sabit olmak üzere seçim yatırımı olarak yabancıların kontrolsüzce vatandaş yapılmasının da etkisiyle bu tür olayların artacağını ve acil önlem alınmazsa denetiminin giderek zorlaşacağını da tahmin etmek zor değil. Bunun sonucu Türkiye’nin giderek daha fazla dışa kapanması olacak. Zaten uzunca bir süredir Rusya, Almanya, İngiltere gibi ülkelerin düşük gelirli nüfusuna hitap eden bir turizm ülkesi olan Türkiye can ve mal güvenliği kaygıları nedeniyle giderek daha az tercih edilen bir ülke hâline gelecek. 7 Haziran-1 Kasım arasında yaşanan trajik terör saldırılarının turizme nasıl olumsuz yansıdığını görmüştük. Türkiye’de bugün sokaklarda terör suçlularının cirit attığını, uyuşturucu baronlarının sokak ortasında birbiriyle hesaplaştığını biliyoruz. Hâl böyleyken, Türkiye’nin turizm açısından kara listeye girmesi bile söz konusu olabilir. Nitelikli insan gücü göçüyor; yabancı sermaye, teknoloji, know-how gelmiyor, Türkiye ne kendi vatandaşı ne de turistin can ve mal güvenliğini garanti edebiliyor. Ama diyebilirsiniz ki internet olduğu sürece dış dünyadan kopmak mümkün değil. Ne yazık ki Türkiye’nin bu konudaki karnesi de zayıflarla dolu. 2021’de yayınlanan OECD verilerine göre, 35 OECD ülkesi arasında en yavaş internet bağlantısı Türkiye’de. Türkiye’de yaklaşık 10 milyon hanede sabit internet bağlantısı yok, yaklaşık 2 milyon haneye ise internet hiç ulaşmıyor. Hatırlarsanız pandemi döneminde tüm okullar çevrim içi eğitime geçince, Türkiye’nin bu basit teknolojiyi kullanım olanağının bile ne kadar kısıtlı olduğu ortaya çıkmıştı. 6 milyon öğrencinin, Eğitim Bilişim Ağı’na (EBA) ağ sorunları ya da cihaz olmaması nedeniyle hiç erişemediği, 1,5 milyon öğrencinin yaşadığı kırsal alanda internet bağlantısının bile olmadığı ortaya çıkmıştı. Evet, öyle bir tarihsel evrede yaşıyoruz ki dünya küçülüyor. İletişim ve ulaşım teknolojileri çok gelişti ve çok ucuzladı. Sermaye, insan gücü, hizmetler, bilgi, her şey mobil. Dünya birbirine bağlanıyor. Bu koşullarda dışa kapanmak tarihin akışına ters. Dolayısıyla tüm maddi eşitsizliklerin aşılması, olumsuz koşulların tersine çevrilebilmesi için pek çok olanak var. Doğru. Ama Türkiye, “Yeni Türkiye Yüzyılına” öyle bir girdi ki dünyayı yakalama şansını yönetim anlayışıyla, kurumsal erozyonuyla, bilim düşmanlığıyla, gelişimi değil göz boyamayı hedefleyen alt yapı yaklaşımıyla, tüm varoluşuyla kaçırıyor.