Önce bir fıkra anlatalım. Oymak Beyi, izci adayı çocuklara, “ihtiyacı olduğunu düşündüğünüz yaşlılara, yardım etmelisiniz” diye öğüt vermiş. Sonra da eklemiş: “Bundan böyle her sabah ilk iş olarak, yaptığınız iyilikleri konuşacağız; tamam mı?” Çocuklar “tamam” demişler. Sabah olmuş, ders başlamış, Oymak Beyi sormuş: “Aranızda iyilik yapan oldu mu?” Çocuklar, hep birlikte, “evet” diye cevap vermişler. Oymak Beyi, meraklanmış. “Hepiniz mi? Peki ne yaptınız?” “Yaşlı bir kadını karşıdan karşıya geçirdik.” Oymak Beyi, “Hep birlikte mi?” diye sormuş. İzci çocukların cevabı, “evet” olmuş. “Peki neden?” diye merak etmiş Oymak Başı. “Çünkü” demiş, çocuklar; “yaşlı kadın karşıya geçmemek için direniyordu.” DENİZE DÜŞEN YILANA SARILIR! Türkiye’nin, parlamenter sistemin yaklaşık 150 yıllık birikimlerini bir kenara bırakıp, yeniden “tek adamlık” olarak kabul edilecek Başkanlık Sistemine geçiş süreci, tam da bu fıkraya benziyor. Osmanlı, Padişahlık sisteminin aksaklığını gidermek için parlamenter sisteme adım atmıştı; AKP iktidarı, MHP’nin de desteğiyle demokrasi tecrübesini hiçe sayarak, Türkiye’yi yeniden “tek adam” rejimine mahkum etti. Malum, “Hamburger Çağı”nda olduğumuz için her şey unutuluyor; henüz Başbakanlık varken, Erdoğan, “bu sistem, işleri yavaşlatıyor” diye şikayette bulunmuş; Türkiye’yi ekonomik olarak refaha, siyaseten de dünya arenasına çıkarmak için “hızlı kararlar” alabileceği bir sisteme ihtiyacı olduğunu belirterek, Başkanlık Sistemini istemişti. Bununla da yetinmemiş; Türkiye’yi “güçsüz düşürmek” isteyen dünyanın hakimlerinin karşısında durabilmek için de Başkanlık Sisteminin “olmazsa olmaz” olduğu algısını yaratmıştı. “Denize düşen yılana sarılır” misali, halkın anlamı bir bölümü, Erdoğan’ın isteklerini onaylamıştı; buna rağmen Başkanlık Sistemi, yasaya aykırı bir biçimde “mühürsüz oylar”ın geçerli kabul edilmesi sonucu onaylanmıştı. EKONOMİ DİKİŞ TUTMUYOR; ÇÜNKÜ! O gün, bugündür, Türkiye’nin “ortak aklı” kabul edilebilecek parlamento ise işlevsiz hale getirildiği için siyaseten “tek adam”ın aldığı kararlar ile yönetiliyoruz ve dolayısıyla “yap boz”a dönüşen ekonomi dikiş tutmuyor. Dikiş tutmayan ekonominin gidişatı ise an itibariyle erken bir seçim kaçınılmaz kılıyor. Önümüzdeki yılın Haziran-Ekim arasında olması muhtemel seçimi, başta AKP olmak üzere siyasal aktörlerin önüne geçmekte zorlandıkları parti içi huzursuzluklar da tetikliyor. Kemal Derviş ekolünün Türkiye temsilciliğine soyunan Ali Babacan ile “öfkeli çocuklar”ın mucidi Ahmet Davutoğlu’nun çıkışları, AKP kitlesinin Erdoğan’a rağmen bir arayışta olduğunu gösteriyor. Aynı huzursuzluk, MHP için de geçerli. Her Kurultaya muhtemel rakiplerini tasfiye ederek giden Bahçeli’nin, bir sonrakinde yeni rakiplerle karşılaşmasının nedeni de, seçmende biriken memnuniyetsizlik duygusudur. CHP ve İYİ Parti ise 31 Mart seçimlerinden üstün çıkmış olmanın rahatlığıyla hareket ediyor olsalar da ülkenin içine sürüklendiği ekonomik çıkmaz ve siyasal sistem sorunu, onları da girdabın içine çekme potansiyelini barındırıyor. Kim ne derse desin; 23 Haziran İstanbul seçimleri, toplumun ruhsal durumunu resmediyor. Seçmen, yaptığı tercihle ayyuka çıkan çürümüşlüğe artık bir son verilsin istiyor. 17 yıldır iktidarda bulunan partinin, 150 yılı aşkın demokratikleşme çabalarını “tek adam”ın insafına bırakan ve sonuç olarak “yoksulu daha yoksul, zengini daha zengin” hale getiren icraatları nedeniyle seçmen, çürümüşlüğe son vermek için CHP adaylarını başkan seçmiş bulunuyor. SİYASET DIŞI BELEDİYECİLİK OLUR MU? Kimsenin ağzının tadını kaçırmak istemem ama İstanbul Büyükşehir Belediyesinin üst düzeyinin tamamen enerji sektöründen atanmış olması; Ankara Büyükşehir Belediyesinin “siyaset dışı bir yönetim modeli”ni benimsemesi, “tehlike çanları” anlamına gelmiyor mu? Çünkü “siyaset dışı” olmak iddiası da, fena halde bir siyasettir! Yıllardır yazıyorum; “bir belediyecilik siyasetiniz yoksa kimi başkan yaparsanız yapın, sonuç aynı olacaktır.” Hiç kuşkusuz, “eş, dost, akraba” içinde de “liyakat sahibi” insanlar olabilir; onların linç edilmesine rıza gösterilemez. Ancak meselenin bu kadar masum olmadığını biliyoruz. Çünkü el yordamıyla dile getirilmiş “7 madde”nin dışında dört başı mamur bir “belediyecilik manifestosu”na sahip değiliz. “Eş, dost, akraba atamaları”nın nedeni de, “belediyecilik manifestosu”nun olmaması ve bu manifestoya bağlı olarak seçim öncesinde yönetici ekibinin belirlenmemesidir. Üstelik bu “akraba atamaları”nı, biyolojik akrabalık ile sınırlamak haksızlık olur; “liyakat” adı altında, ne yazık ki AKP’vari “siyasi atamalar” yapıldığı da biliniyor; hem de Kılıçdaroğlu’nun uyarılarına rağmen. Artık anlaşılsın; 31 Mart ve sonrasında yapılan 23 Haziran İstanbul seçimleri, seçmenin, AKP tarzıyla yönetilmek istemediğini teyit etti. Yaklaşan “erken seçim”de, bu “teyit”i halkın lehine dönüştürmenin; demokratik ve halkçı bir iktidar kurmanın yolu, “ortak aklı” harekete geçirmekle mümkün olur.