Türkiye’nin düzeni açısından İslamcılık ve muhafazakârlık bir tehdit, karşı bir ideoloji, bütünleşik bir kitle olmaktan çok öncülleri yitirmiş, düzenle bütünleşmiş ve iktidar motivasyonu kaybetmiş bir harekettir.
1990’larda yükselen ancak tarihsel olarak kökeni ve gerilimi geçmişe dayandırılabilecek Türkiye’deki kimlik sorunları ve bunlar bağlı çatışmaların yavaş yavaş çözüldüğü ve başka bir aşamaya geçmekte olduğumuz tespitini yapmaktayım. Bu tespiti elbette ki detaylandıracağım.
Şöyle başlayabiliriz;
İslamcılık ya da muhafazakârlık (bu iki kavramı çıkış noktası olarak değil, deneyimleri ve davranışları ile sistemle girdikleri mücadele için birlikte kullanmaktayım) her zaman modernleşmeyle gerilimi olmuş bir akımdı. Osmanlı son dönemlerinde “iyileştirilebilir” bir ilişki olarak iktidar ve İslamcı/muhafazakâr gerilimi Cumhuriyetin kurulmasından sonra özerk alanlarını yitirmiş ve kamusal alanda devlet denetiminde maruz kalmıştır. Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması yeni inşa edilecek Ulus devlet modelinde İslamcılığın ve muhafazakârlığın kontrol altına alınması, yeniden tanımlanması ve bir iktidar alanı olmaktan çıkarılarak cemaat kültüründen bireye bir geçişi hedeflemişti.
Ancak bu süreç istenilen ölçüde başarı elde edemedi. Tek Parti dönemindeki Çok Partili Yaşama geçiş çabaları İslamcı/muhafazakâr kitlenin bu partilere akmasına neden oldu ve Cumhuriyetin kurucu kadroları bu çabalarını ertelemek durumunda kaldılar. Bu süreçte yer altına çekilen İslamcı/muhafazakâr kesim, 1946’da Çok Partili Yaşama geçişle kendi gücünü belli etti.
Dönemin Cumhuriyet Halk Partili kadroları İslamcı ve muhafazakâr kitleye dönük bir açılım sağlamaya çalışsa da başarı elde edememiş ve bu kitle 1950’de Demokrat Partinin iktidarı ile yeni bir egemenlik alanı kazanmıştır. Demokrat Parti’nin yani sağın gölgesinde (İslamcı ve muhafazakârlığın sağa içkin bir ideolojik pozisyon olduğu genel kabul görse de bu durum tarihsel olarak bu genel kabulle örtüşmeyecek bir duruma dönüştüğünü, radikalleştiğini de tespit etmek durumundayız) oldukça geniş alan kazanan İslamcı/muhafazakâr kitle sağ liberal ideolojik konfigürasyonda bir bütünleşme sürecine girmemiş, daha çok aktüel durumlarda ortaklık kurmuştur. Bu durumlar bürokratik devlet aygıtının Kemalist niteliği ile CHP’de karşılık bulan hali ve Soğuk Savaş İdeolojisi olarak imal edilen Komünizm ve sola karşı mücadeleydi.
Çünkü sosyal demokrat ve sosyalist sol özellikle İslamcı/muhafazakâr kitlenin kendisini ürettiği alanlara girmiş ve burada ciddi bir örgütlülüğe ulaşmıştı. Zaman içinde bürokrasinin CHP’den sağa kayması aynı zamanda solun kitleselleşmesi İslamcı ve muhafazakâr hareketin kendi gücüyle sağın gölgesinden çıkmasına neden olmuştu.
Türk-İslam Sentezi, neoliberal politikaların kitlesel kabulünde büyük rol oyandı. Bu durum aynı zamanda İslamcı/muhafazakâr kitlenin daha fazla örgütlenmesine ve kendi eko-sistemini yaratmasına imkân tanıdı.
Sistemin artık sola karşı sağın şemsiyesi altında varlık gösteren ve görece sisteme eklemlenmiş sağ partilere de tepki geliştiren bu kitleyi özerk bir alana taşınmasına izin vermesi gerekiyordu ve o izin Milli Nizam Partisi olarak hayat buldu. 1980’e kadar kenti talepleri, kendi örgütsel gücü ve genişleyen etkisiyle bir taraftan sistemi tehdit ediyor bir taraftan da sistem için işlevsel bir rol oynuyordu. İslamcı ve muhafazakâr partilerin kapatılması aslında onları sisteme yedekleme çabasının bir sonucuydu.
1980 sonrasında ise inşa edilen, büyüyen bu kitleye bir ideoloji yaratıldı, Türk-İslam Sentezi ile kurucu ideolojiye eş bir ideoloji üretildi ve devletin bütün kadrolarına kabul ettirildi. Solun bütün unsurlarıyla % 50’lere dayanması, sendikal mücadelenin ve örgütlülüğün neoliberal düzene geçişi engelleyecek düzeyde olması İslamcı ve muhafazakâr siyasete daha fazla alan açtı. 12 Eylül darbesi yapılmasaydı 24 Ocak kararlarının uygulanması mümkün olmayacaktı.
Türk-İslam Sentezi neoliberal politikaların kitlesel kabulünde büyük rol oyandı. Bu durum aynı zamanda İslamcı/muhafazakâr kitlenin daha fazla örgütlenmesine, ekonomik olarak büyümesine ve kendi eko-sistemini yaratmasına imkân tanıdı. 1990’larda post-modern akım entelektüel olarak da kimlik siyasetlerinin büyümesine, derinleşmesine yol açtı. Ekonomi-politik ve ideolojik olarak büyüyen İslamcı ve muhafazakâr hareket 1994’te yerel iktidarı, 1995’te genel seçimlerde birinci olarak genel iktidara ulaştı.
1980 öncesinde sol hareketlere karşı kitleselleştirilen İslamcı/muhafazakâr hareket 1990’larda yükselen Kürt hareketine karşı da işlevsel oldu. Kürt muhafazakârlığından hem beslenen hem de onu kendi kanatları altında geliştiren bu hareket oluşan ya da sistemin kurmak istediği dengeyi aştı ve 28 Şubat 1997’de askeri bir müdahaleyle belirli sınırlara çekilmek istendi.
İslamcı/muhafazakâr hareket aslında Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında devlete sahip olduğunu düşündü ve giderek devletin egemen kodlarıyla kendisi yeniden üretti.
Bürokratik ve ideolojik devlet aygıtının bu müdahaleden sonuç almamış olduğu söylense de aslında İslamcı ve muhafazakâr hareketi başka bir noktaya sevk etti. Genç kuşak İslamcı ve muhafazakâr kadrolar kendilerini Türkiye’nin sorunları bağlamında yeniden tanımlayarak ve geniş tabanlı bir demokratik ittifak kurarak, egemen dünya sistemiyle de oluşan muarızlarını gidererek Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurdu.
AK Parti sistem dışı biriken ve büyüyen İslamcı/muhafazakâr enerjiyi sisteme dâhil etti. Zaman zaman devlet aygıtıyla gerilimler yaşasa da sistemin içindeki farklı güç odaklarıyla işbirliği yaparak içeride ve dışarıda koalisyonlar kurdu ve siyasal, toplumsal ve ekonomik bütün alanları domine etti.
İslamcı/muhafazakâr hareket aslında Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında devlete sahip olduğunu düşündü ve giderek devletin egemen kodlarıyla kendisi yeniden üretti. Devletleşen Erdoğan ve İslamcı/muhafazakâr hareket sistem açısından iki önemli işlevi yerine getirdi. İlk olarak Fethullah Gülen hareketiyle hesaplaştı ve darbe girişimi sonrasında FETÖ’nün kriminal bir yapı olduğunu ilan ederek hem devlet içindeki illegal bir örgütlenmeyi tasfiye etti hem İslamcı ve muhafazakâr hareketi yeniden sistem içi sınırlara çekti.
Ak Parti iktidarı aynı zamanda kamunun bütün imkânlarını kendi kitlesi için kullanarak geniş bir kitlenin zenginleşmesine ve sistemin ana unsurlarından biri olduğunu kabul ettirmeyi başardı. “Mücahitlikten” “müteahhitliğe” geçiş tamamlanmış, Türk modernleşmesinin en büyük karşı gücü sistemle uyumlaşmış, “dava” zenginliğe indirgenmiş ve İslamcı/muhafazakâr hareket istediği düzeni kuramamış, alabildiğine otoriterleşerek, yozlaşarak, baskılayarak ulaştığı kitlesel gücü günden güne kaybetmiştir. Yakın bir gelecekte, Türkiye demokratikleştiği ölçüde İslamcı ve muhafazakâr bir partinin iktidarı artık olası değildir.
Erdoğan ve AK Parti çözüm sürecinin bitiminden sonra Kürt sorunu konusunda görülmemiş bir biçimde şahinleşmesi bu hareketin en büyük taşıyıcı kolanlarından olan Kürt muhafazalarının kopmasına neden olmuştur. Dolayısıyla bir devlet/rejim ve sistem aklının olup olmadığı, işleyip işlemediği veya organize edip etmediği ayrı bir tartışma konusu olsa da Erdoğan ve AK Parti tarihsel bir dönüşümle hem İslamcı ve muhafazakâr siyaseti düzene eklemlemiş hem de geçmişten getirdiği bütün iddiaları güç istencine feda etmiştir.
Erdoğan ve AK Parti çözüm sürecinin bitiminden sonra Kürt sorunu konusunda görülmemiş bir biçimde şahinleşmesi bu hareketin en büyük taşıyıcı kolanlarından olan Kürt muhafazalarının kopmasına neden olmuştur.
Saadet Partisi, Deva ve Gelecek Partileri İslamcı ve muhafazakâr bir iddia ile değil demokratik ortak bir yaşamın kurulması noktasında bu kitlenin yeni dönem ruhunu ve hareket tarzını belirlemektedirler. Türkiye’nin Düzeni açısından İslamcılık ve muhafazakârlık bir tehdit, karşı bir ideoloji, bütünleşik bir kitle olmaktan çok öncülleri yitirmiş, düzenle bütünleşmiş ve iktidar motivasyonu kaybetmiş bir harekettir.
Karşımızda yeni bir kitle ve yeni bir anlayış bulunmaktadır. Ağır ve zor zamanların nihayetinde İslamcı ve Muhafazakâr kitle artık bu parantez içinde kalmayacaktır. Dolayısıyla İslamcı ve muhafazakâr bir siyasetin bundan sonra bir geleceği bulunmamaktadır. Kitlesel ve siyasal dönüşüm yeni bir durumu karşımıza çıkarmıştır. Bundan sonraki yazılarda Aleviler ve Kürtler ekseninde değişimi, geleceği ve Türkiye’nin düzenini tartışmaya devam edeceğiz.