O yıllarda bana ve arkadaşlarıma iktisat bilimini Prof. Dr. Besim Üstünel öğretti. Önce İktisada Giriş, ardından da Uluslararası İktisat derslerini ondan alma fırsatı buldum. İnanılmaz bir hocaydı. Özellikle uluslararası ekonomiyi çok güzel anlatırdı. Türkiye’nin liberalizm ile karşılaştığı yıllardı. Serbest piyasa ekonomisinin “kuralsızlık” olarak algılandığı bir dönemdi. Turgut Özel liderliğindeki ANAP’ın piyasa mekanizmasının kurumsallaşması için birbiri ardına reformlara imza atıyordu. Aynı zamanda benim yaş kuşağındakilerin hem uygulama da hem de teoride “iktisat” bilimi ile tanıştığı yıllardı. Öncesinde yok muydu iktisat bilimi? Elbette vardı. Ama içeriği çok farklıydı. Ağırlığını daha çok maliyenin oluşturduğu bir iktisattı o günlerdeki iktisat. Elbette “piyasa” kavramı, “rekabet” gibi kavramlar anlatılırdı. Ama teorik düzeyde. Zira pratikte bunları görebilmek mümkün değildi. Zira yoktu. Her şey devletin kontrolündeydi. Para piyasası kontrollüydü ve serbestçe farklı piyasa bileşenlerin ilişki içinde olacağı bir piyasa değildi. Bugün gündelik hayatımızın ayrılmaz parçası olan “döviz piyasası” yoktu.  Yine bugün televizyonlardaki ekonomi programlarında görmeye alışık olduğunuz “borsadan” haberler Türk insanı için yabancıydı. Zira böyle bir piyasa yoktu. Hatta daha da ileriye gidelim “ekonomi gazeteciliği” diye bir alan yoktu. Yanlış hatırlamıyorsam ilk kez bir gazetede ekonomi sayfası üç beş borsa hissesinin yer aldığı, yarım sayfalık ekonomi haberlerinin bulunduğu Güneş Gazetesi’nde hazırlanmıştı. O da 1980’li yıllardı. O yıllarda ben bile borsa ve hisse senedi gibi kavramları teorik olarak kitaplardan öğrenmek zorunda kalmıştım. Çünkü borsa diye bir kurum yoktu. Türkiye 1980’lerde bu tarz ekonomi kurumlarını çok hızlı bir şekilde 1980’li yıllarda oluşturdu. Hatta benim kuşağımdaki arkadaşlarım arasında borsa işlemleri çok popüler olmuştu. Okuldan kaytarılıp, borsanın o Karaköy’deki ilk mekânı ziyaret edilir, orada kariyer yapmanın yolları araştırılırdı. O yıllarda bana ve arkadaşlarıma iktisat bilimini Prof.Dr. Besim Üstünel öğretti. Önce İktisada Giriş, ardından da Uluslararası İktisat derslerini ondan alma fırsatı buldum. İnanılmaz bir hocaydı. Özellikle uluslararası ekonomiyi çok güzel anlatırdı. Kendisi Gaziantepliydi. Uzun boylu, esprili ve muzip bir kişiliğe sahipti. Sanatı severdi. AKM’ni o günlerinde, o meşhur pazar konserlerinde en önde görmeniz sürpriz olmazdı. Abonesiydi oranın.  Teorinin yanında ekonomideki uygulamaları da çok iyi bilen bir iktisatçıydı. Malum 1970’lerde CHP’den senatörlük yapmıştı. Hatta bir ara Maliye Bakanlığı görevinde bile bulunmuştu. Aynı zamanda Clark Gable tarzı bıyıkları ve ileri yaşına rağmen kullandığı spor BMW marka otomobili ile son derece karizmatik bir kişilikti. Sevmeyen öğrencisi var mıydı hatırlamıyorum. O günlerdeki birçok hocamız gibi, o da örnek bir kişiliklerden biriydi bizler için. Bugünden o yıllara baktığımda hatırladığım çok anı var aslında hoca hakkında. Hatta derslerde anlattıklarından bazılarını bugün bile hatırlarım. O kadar etkilemiş ki beni, hala unutmamışım. Örneğin Türkiye ekonomisinin çok sancılı yılları olan 1970’lerdeki ekonomik sorunlara yönelik yaptığı öz eleştiriler beni çok etkilemiştir. CHP’li biri olarak, o günlerde Türkiye’deki siyasilerin dünya ekonomisindeki gelişmeleri iyi değerlendiremediğinden ve bunun sonucunda ülkeye faydasız ekonomik politikalarda ısrar edildiğinde bahsederdi. Yapılan bu yanlış politika tercihlerinin mevcut problemlerin daha da kötüleşmesine neden olduğunu anlatırdı. Özellikle o günlerde Türkiye’deki iktisatçıların, II. Dünya Savaşı sonrası kurumlarından bir olan ve sabit kur sisteminin temel dayanağını oluşturan Bretton Woods Anlaşması’nın 1971’de sona ermesini çok iyi değerlendirip, Türkiye ekonomisinin yeni dünya düzene uyumu için gerekli önlemleri alamadığını söylerdi. Hatta bu iktisatçılardan birinin de kendisi olduğunu ekleyerek, bu duruma biraz da espri katardı.
Beşeri sermayeyi de para vererek değil, uzun süreli yatırım yapıp, yetiştirerek elde edebileceğinize dikkat çekerdi. Yani eğitimin önemine vurgu yapardı. Böylece daha önce kalkınmada başarılı olmuş ülkelerin deneyimlerinden yola çıkarak, gelişmekte olan ülkelerin beşeri sermaye birikimi yönünde çaba göstermelerinin başarılı bir kalkınma pratiğinin önemli bir koşulu olduğunu söylerdi.
Onun tabiriyle Türkiye 1971’lerin başında sona eren “sabit kur sistemini” 10 yıl daha sürdürerek, mevcut sorunlarının daha da kötüleşmesine neden olmuştur. Özellikle 1970’lerin sonunda kuru sabit tutmak uğruna Merkez Bankası’nda tuttuğu tüm rezervlerini tüketen Türkiye, 1979’a gelindiğinde 70 cente muhtaç bir hale gelmiş, kasaları “tam takır” kalmıştır. Bunun nedeni de hükümetlerin sabit kurda ısrarıdır. Besim Hoca’nın derslerinden çıkardığım önemli bir diğer ders de, onun uluslararası iktisat derslerinden olmuştur. Son sınıfta almıştım bu dersi.  Hoca, bir vesile ile gittiği İsveç’teki Stockholm Ekonomi Okulu’ndaki çalışmalarını tamamlayıp yurda dönmüştü.  “Piyasa sosyalizmi” fikrinin savunucularından Assar Lindbeck’i bu dersler vesilesiyle tanımıştım. Hatta o günlerde ülkemizde son derecede popüler olan Lindbeck’in meşhur “Piyasa Ekonomisi ve Demokrasi” başlıklı kitabı da Şahin Alpay’ın güzel tercümesi ile piyasadaydı. O günlerde dış ticarette ve genel olarak ekonomide serbestleşme tartışılırken, Türkiye’nin kalkınması bakımından dış ticaretin önemi üzerinde durulmaktaydı. Sık sık Japonya mucizesinden bahsedilirdi. Anlayacağınız o günlerde Çin’in yerinde Japonya vardı gündemde.  Japonya’nın tecrübeleri Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde örnek alınıyordu. Besim Hoca Japonya’nın deneyimleriyle de yakından ilgiliydi. Bir süre orada bulunmuştu. Teknolojiye verdiği önemle Japonya’nın nasıl ekonomik başarılar elde ettiğini derslerinde ve çıktığı münazaralarda anlatırdı. Unutmadığım derslerinden birinde teknolojinin para ile satın alınabileceği bir dünyaya gidildiği söylemişti. Burada önemli olan o paraya erişimdi. Dünya finansal piyasalarındaki serbestleşme dalgası gelişmekte olan ülkelerin bu konuda maruz kaldıkları kısıtlamaları da ortadan kaldırmıştı.  Borçlanma eskiden olduğundan daha kolay olmuştu. Bu şekilde teknolojiyi elinde bulunduran ülkelerin, bu teknolojileri eskiden olduğu gibi çok uzun süre kendi tekellerinde tutabilme imkânlarının kalmadığına, artık parası olanın para vererek bu teknolojiyi satın alabildiği söylerdi. Yani paranız oldukça, ya da satın alabileceğiniz borçlanma imkânlarınız bulundukça, geçmişte sizin için kıt olan sermayeye erişim daha kolaylaşıyordu. Hoca bunun ardından hemen eklemeyi unutmadığı bir şey ise, artık gelişmekte olan ülkeler için sabit sermayenin kıtlığı değil, beşeri sermayenin kıtlığı önem kazanmaya başlıyor diyerek eklerdi. Beşeri sermayeyi de para vererek değil, uzun süreli yatırım yapıp, yetiştirerek elde edebileceğinize dikkat çekerdi. Yani eğitimin önemine vurgu yapardı. Böylece daha önce kalkınmada başarılı olmuş ülkelerin deneyimlerinden yola çıkarak, gelişmekte olan ülkelerin beşeri sermaye birikimi yönünde çaba göstermelerinin başarılı bir kalkınma pratiğinin önemli bir koşulu olduğunu söylerdi. Sanırım hatırlatmaya gerek yok. Bugün ülkemizde tartıştığımız en önemli sorunların başında eğitim ve vasıflı beşeri sermayemizin göçü gelmektedir. Verdiği bu dersle de hocam benim için hala ışık olmaya devam ediyor. Nereden hatırladım bilmiyorum. Ama iyi de oldu. Bugün ülkemizdeki siyasi irade ekonomi yönetiminde kaybettiği kontrolü tekrar ele geçirebilmek yerine, muhtelif söylentilerden ve hamasi söylemlerden medet umuyor. Bilimi ret edip, yaptığı kötü yönetim pratiklerini haklı kılmak için insanların dini inançlarını kullanıyor. Türkiye ekonomisinin 1970’lerde yaşadığı kötü tecrübelere rağmen, kuru sabit tutmaya çalışan bugünün iktidarı, tıpkı o günlerde olduğu gibi yine Merkez Bankası rezervlerini tüketmiş, ülkeyi borçlu duruma getirmiştir. Keza yine 1970 ve 1980’lerdeki kalkınma deneyimlerinden ders almayı bilmeyen iktidar ülkemizin son yirmi yılını inşaatla ve genel olarak hizmet sektörlerinin sağladığı konforlu alanı tercih etmiş, sanayiyi ve ihracatı ihmal etmiştir. Hatta yetişmiş, bu toplumun kıt kaynaklarından çok önemli bir bölümü yetişmeleri için harcanmış vasıflı insanlarımıza kolayca “giderlerse gitsinler” denilip, rest çekilebilmiştir. Onların kaybı önemsenmemiştir. Tüm bu yaşanan kötü yönetim pratiklerinin eleştirilmesini önlemek için de vatandaş üzerindeki baskılar arttırılmış ve adalet sistemi bu baskıların bir araç haline dönüştürülmüştür. Özgürlüklerin birer birer kısıtlandığı, demokrasinin azaldığı bu ortamda ülkemiz ciddi manda yetişmiş insan gücü göçü ile karşı karşıya kalmıştır. Nereden nereye… Sevgili hocam Prof.Dr. Besim Üstünel’i rahmetle anıyorum. Onun burada yazdığım derslerinin başkalarına da ışık olmasını diliyorum.