Bizim karizmatik lidere ihtiyacımız yok, siyaset sahnesinde o zaten var ve Erdoğan’ı karşıtıyla yenmek bizi hayalini kurduğumuz o ülkeye kavuşturamaz. Seçimi kazanırız belki ama ülke bu kutuplaşma sonucunda gerildikçe gerilir. Geçenlerde merkez medyanın çok tanınan birkaç ismiyle birlikte çay içerken, hiç beklemediğim bir şekilde onların “Kılıçdaroğlu doğru aday değil” fikrine sıkı sıkıya bağlandıklarını gördüm. Şakayla karışık, “bir kırkbeş dakika olsa üçünüzü de ikna ederdim,” dedimse de meramımızı hâlâ anlatamamış olmak aklıma çengellendi. Uyku tutmadı, gecenin bir yarısında geçtim yazının başında. “İkna” tehlikeli bir kelime, benim öyle bir iddiam yok ama varsın ben bir kez daha anlatayım, kararı siz verin. Önce, gazetecilerin iddialarını vereyim. Kılıçdaroğlu, “karizması” olmadığı için “doğru aday” değilmiş. Bir de tabii, “kendini sağcı diye nitelendiren geniş halk kitlelerinden oy alamaz” teranesi… Tek tek yanıtlamaya çalışayım. Farkında mısınız bilmiyorum ama Türkiye şu “karizmatik lider” denen şeyden en azından bir altı-yedi senedir hayli yorgun düştü. Karizmatik lider dediğimiz, son kertede, genellikle popülist ve kutuplaştırıcı söylemler üstünden tabanını genişleten kişidir. Onun olduğu yerde kurumlara falan gerek yoktur, zaten hikmetinden sual olunamayacağı için herhangi bir denetime, özerkliğe de yer yoktur. Yirmi beş sene öncesinin en namlı partilerinin yerinde yeller esiyor şimdi. Neden? Varolmaları liderlerine bağlıydı da ondan, ne parti içi kurumsal bir zihniyet geliştirebildiler ne de böyle bir ülke tahayyülleri vardı. Lider gitti mi, partiler eriyiverdi. Erdoğan ile AKP’nin ilişkisi de bundan farklı olmayacak. Bizim karizmatik lidere ihtiyacımız yok, siyaset sahnesinde o zaten var ve Erdoğan’ı karşıtıyla yenmek bizi hayalini kurduğumuz o ülkeye kavuşturamaz. Diyelim ki, Erdoğan 49.5 aldı, bizim “anti-Erdoğan” da 50.5. Seçimi kazanırız belki ama ülke bu kutuplaşma sonucunda gerildikçe gerilir. Haritayı karşımıza alıp şöyle bir sağa sola bakalım, gerilimi kaldıramayıp kırılan pek çok ülke göreceğiz. Diyelim ki, bizim aday 60’la kazandı ama zihniyeti koruduk. Hurrraaa, bu kez “bizimkiler” başladılar yedi düvele nizam vermeye. E ne oldu şimdi, hamam aynı kaldıktan sonra tellak değişse ne yazar? Ama eğer biraz daha zoru seçer ve “kazanacak aday” yerine “kazandırılacak aday” üstüne yoğunlaşırsak, 50.1’le de olsa gerçekten büyük bir zafer elde edebiliriz. Altılı Masa’dan önce, çok genelleyerek söylüyorum, milliyetçileri, muhafazakârları ve modernleri temsil eden partiler vardı değil mi?
Altılı Masa’nın en büyük partisinin genel başkanı Kılıçdaroğlu’nun bir “heyetin sözcüsü” olarak Cumhurbaşkanı adayı olması da ruha en uygun tercihtir.
İşte Altılı Masa ile birlikte bugün aynı ideolojileri temsil eden en az iki parti var çünkü bu süreç sonrasında seçmen tabanı dikey değil yatay bölünüyor. Dikeyden kastım şu: Milliyetçiler bir tarafta, Muhafazakârlar bir yerde, sekülerler başka bir yerde -ve tabii Kürtler. Herkesin talebi de temsilcisi de belli. Alışageldiğimiz için en kolay yol, cumhuriyetin ikinci yüzyılına bu ezberi devam ettirerek girmek. Yatay bölümlenme ise, aynı ideolojileri nasıl yorumladığınızla ortaya çıkıyor. Milliyetçiliği, muhafazakarlığı ya da modernliği “özgürlükçü” bir şekilde yorumlayanlar bir masaya oturup Türkiye’nin geleceğini şekillendirmeye çalışıyorlar. Bu insanlar, aralarındaki bütün görüş farklılıklarını koruyarak “özgürlükçülük” paydasında bir araya geldiler. Altılı Masa’nın en büyük partisinin genel başkanı Kılıçdaroğlu’nun bir “heyetin sözcüsü” olarak Cumhurbaşkanı adayı olması da ruha en uygun tercihtir. Eskiden neydi, seçmenin yarısı “karizmatik lidere” bakıp kendini görür ama diğer yarısı asla temsil edilmediği düşünürdü. Sonucu, gençlerin, hekimlerin, mühendislerin kafileler hâlinde ülkeyi terk etmeleri oldu. Bugün, seçimi Millet İttifakı kazandığında ülkede kimsenin kaybetmediğini göreceğiz çünkü bütün akımlar ilk defa böylesine bir araya geldi. Hangi görüşten olursa olsun, “Cumhurbaşkanlığı heyetine” bakan seçmen mutlaka temsil edildiğini hissedecek. Kılıçdaroğlu’nun iktidara tek başına yürümediğini, yanında yöresinde farklı görüşlerden insanlar olduğunu artık fark etmemiz gerekiyor. Böylece, sınırsız yetkilerle donanmış Cumhurbaşkanı’nın canının istediğini yapamayacak, Ortak Politikalar Mutabakat Metni ve Geçiş Sürecinin Yol Haritası gibi metinlere, oradaki vaatlerine bağlı kalacak. Ama bu özellikler de yetmez Kılıçdaroğlu’nun neden “doğru aday” olduğunu anlatmaya. Onun işini biraz çetrefilleştirmemiz lazım.
Sünniler diye yekpare bir blok yok artık, o geçmişte kaldı, Sünniliği de özgürlükçü veya otoriter biçimde yorumlayanlar var ve özgürlükçü şekilde yorumlayanlar için Cumhurbaşkanı’nın kimliği bir mesele olamaz.
Şimdi, siyasetin tavanı bir araya geliyor ve herkes birbirinin hassasiyetlerini gözeterek ortak metinler üretiyorsa tabanda da bunun yansımalarını görmemiz kaçınılmazdır. Tabii ki büyük sosyolojik dönüşümler dünden bugüne, böyle bir anda yaşanmaz. O süreç Rubicon’u geçmek gibidir, bir daha dönemezsiniz geriye. Seçmen kesimlerinin bir mozaik gibi birbirinden ayrı mahalleler kurduğunu söyler dururuz da Altılı Masa için ne dedik, hangi görüşten olursa olsun insanlar ilk defa “özgürlükçü yorum” temelinde buluştular. Neymiş, Sünni çoğunluk bir Alevi’ye oy vermezlermiş… Sünniler diye yekpare bir blok yok artık, o geçmişte kaldı, Sünniliği de özgürlükçü veya otoriter biçimde yorumlayanlar var ve özgürlükçü şekilde yorumlayanlar için Cumhurbaşkanı’nın kimliği bir mesele olamaz. Karşımızda Aleviliği de “mezhepçi” değil “özgürlükçü” bir şekilde yorumlayan bir aday var çünkü. Ha Sünniliği -ya da herhangi başka bir ideolojiyi- otoriter şekilde yorumlayanlar yok mu, elbette var, işte onlar da bir aradalar. 28 Şubat’ta başlarına gelmedik iş kalmamış olan geniş muhafazakâr kesim, isterseniz bu cümle özelinde Sünniler diye okuyun, Perinçek ve sekiz-dokuz sene öncesine kadar bugün “kanka” olduğu Erdoğan’a demedik lafı bırakmayan Bahçeli’yle, Bahçeli, HÜDAPAR’la, onlar BBP ile, kadınlar Yeniden Refah’la aynı yerde durmayı içine sindiriyor mu sizce? Bu partileri bir araya getiren de ideoloji falan değil, otoriter zihniyet. Bu zihniyete karşı olanlar bir masa etrafında şeffafça bir araya gelip, her sorunu konuşarak, müzakere ederek, birbirlerini anlayarak çözmeye çalışıyorlar. Tabanlar dönüşüyor iç içe geçiyor, yepyeni sentezler ortaya çıkıyor. Kılıçdaroğlu’nun “samimi Müslümanların vicdanına” sığındığını söylemişti ya, bakın Altılı Masa sonrasında, bir Alevi’yi samimi -özgürlükçü- Müslümanlar bağrına basıyor zaten. Mesele edeceği bir şey görmediği ve şüphelerini giderecek herkes onun yanında olduğu için gönül rahatlığıyla oyunu verecek. Alevi çağrısı Sünnilerden yanıt buluyor, kendilerini her şeyden önce Türk ya da Kürt diye tanımlayanlar mührü aynı kişiye basmak için sandığa güle oynaya gidiyorlar.
Meseleleri çözmek için uzlaşmak gerekir, uzlaşmak için karşındakini tanımak, tanımak içinse tanışmak. Toplum tanışıyor, tabana hem birbirini hem diğer liderleri dinliyor.
Yepyeni bir siyaset ortamına giriyoruz. Eskinin dikey tabanları çözülüyor, mozaik parçalanırken bir ebru gibi iç içe geçiliyor. Toplumun pek çok kesimi birbiriyle ilk kez bu kadar çok konuşuyor. Meseleleri çözmek için uzlaşmak gerekir, uzlaşmak için karşındakini tanımak, tanımak içinse tanışmak. Toplum tanışıyor, tabana hem birbirini hem diğer liderleri dinliyor. Saadet iftarında Kılıçdaroğlu’na yükselen alkışlar, İzmir İktisat Kongresi’nde Ahmet Davutoğlu’na yöneliyor. Hatırlıyor musunuz, adayın açıklanmasını beklerken en az altı partiden insan Saadet’in Genel Merkez’inin önünde toplanmıştı. İşte herkesi kucaklayan “birleşe birleşe kazanacağız!” sloganı orada çıktı. Gazeteci arkadaşlarım kusura bakmasınlar ama eskinin argümanlarını bugüne taşıdığınızda anakronizm yanı başınızda bekler. Ezberlerden kurtulmamıza yirmi günden az kaldı. Metinler hazır, kadrolar hazır, neler yapılacağı belli… Her gün en az iki günlük çalışıp yitirdiğimiz zamanı geri kazanacağız. Var mısınız?