Aynı başlıklı yazımın ilk bölümünde AKP’nin niçin Sezarizm ve Bonapartizm olarak nitelenemeyeceğine ilişkin yöntemsel itirazlarımı dile getirmiştim. İkinci bölümündeyse Sezarizm ve Bonapartizm’in tarihsel/sınıfsal ve siyasal anlamı üzerinde yoğunlaştım… Bu üçüncü ve son bölümünde ise AKP ile Sezarizm ve Bonapartizm arasındaki önemli olgusal farklılıklarının altını çizecek ve AKP’yi nasıl değerlendirdiğimi aktarmaya çalışacağım. Geçen bölümde Sezarizm’in iki egemen güç arasındaki çatışmanın üçüncü bir hakem güç aracılığıyla ve diktatörlük yoluyla taraflardan biri lehine çözülmesi durumunu tanımladığını belirtmiştim. Ayrıca Sezarizm de alt sınıfları baskılamak gibi özel bir sorun ve misyon olmadığına da dikkat çekmiştim. Bu tanım çerçevesinden baktığımızda AKP ile Sezarizm arasında  var olan çok yüzeysel benzerliklere karşın farklılıkların çok daha önemli olduğunu görmek zor değil. AKP, iki çatışmalı egemen güç arasında bir hakem güç olmadı hiçbir zaman. Her iki egemen güç arasındaki dengeleri kollamakla beraber, açık biçimde bunlardan bir tanesinin, İslami burjuvazinin temsilcisi olarak hareket etti. Ayrıca, bütün bir sermaye sınıfının ortak emelleri doğrultusunda emeği baskılamak, işçi sınıfını paralize etmek gibi temel bir misyona da sahipti. Bu misyonu başarıyla yerine getirdiği de aşikardır. Ki bu başarısı burjuvazi içindeki taraflı konumuna ve bu konumun yarattığı gerilimlere rağmen en azından yakın zamana kadar AKP’yi tüm burjuvazi açısından tercih edilir ve desteklenir kılmıştı. Dolayısıyla işin en belirleyici yanı olan yöntemsel itirazlarımızın yanı sıra olgu/olay/sonuç ilişkisi bağlamında da AKP ile Sezarizm arasında kurulan türdeşlik ilişkisi oldukça dayanıksız gözükmektedir. Bonapartizm’e geldiğimizde ise yüzeysel benzerliklerin çok daha belirgin olduğunu görüyoruz. Zira Bonapartizm egemen klikler arasında çekişme ve alt sınıf tehditlinin eş anlı yaşandığı ve/fakat alt sınıf tehditlinin önlenmesinin daha acil ve önemli olduğu bir dönemin ürünüdür. Bu açıdan AKP dönemi ile benzerlikleri vardır. Her ikisi de alt sınıf tehditlini baskılamak açısından gösterdikleri başarı nedeni ile burjuvazinin en büyük ve en önemli fraksiyonlarının ortak desteğini almıştır. Ne var ki Bonapatizm burjuva fraksiyonların nispeten üstünde/nispeten özerk davranarak, tüm toplumu temsil ediyor görüntüsü kazanarak, düzen oturtucu/istikrar sağlayıcı bir rol oynamışken AKP, özellikle iktidarı oturduktan sonra sermayenin belirli bir fraksiyonunun ve toplumun belirli bir kesiminin temsilcisi rolüyle hem burjuvazi içinde hem de tüm toplum katında fay hatlarını derinleştirmiş, istikrarsızlaştırıcı ve kutuplaştırıcı bir rol oynamıştır. Çok daha önemlisi Bonapartizm “kral tacı”nı kullanmasına rağmen, nihayetinde “taç”ın iktidarının kesenkes yıkılmasına hizmet etmiş; geçmişte kalanın değil gelecekte olanının temsilcisi olmuştur. AKP ise geçmişte kalanı, daha da geçmişte kalanı canlandırarak yenmeye çalışmıştır. AKP’yi Sezarist/Bonapartist ilan edenlerce kullanılan diğer önemli argümanlara gelince: Plebisit yöntemi, tek adam rejimi, cumhuriyete karşı diktatörlük tesis etme eğilimi gibi faktörler ise tarihin pek çok farklı dönemlerinde ve faşizm de dahil pek çok otoriterleşme örneklerinde ortak rastlanabilen benzerliklerdir. Bu nedenle kendi başlarına bir devlet rejimini diğerlerinden ayırmaya yetecek özgün tanımlayıcılığa sahip değillerdir. PEKİ AKP NASIL TANIMLANMALIDIR? Yazımın ilk bölümüne AKP’nin iki ayrı dönemi olduğunu vurgulamıştım. Fakat bu iki dönemin liberallerin “demokrat AKP” ve “otoriter AKP” dönemseleştirmesiyle bir benzerliği olmadığı notunu da düşmüştüm. Şimdi bu iki dönemi nasıl anladığımı ve tanımladığımı temellendirmeye çalışacağım. BİRİNCİ DÖNEM: KONJONKTÜR PARTİSİ VE NEO LİBERAL OTERİTERLİK… AKP’yi yükselten ana faktörün, temsilcisi olduğu sınıfların kuvvet kazanmasından ziyade, siyasal merkezin çöküşü olduğunu söyleyebiliriz.  Özellikle de merkez sağın… Sistem tarafından yeni bir merkez seçeneği yaratma girişimlerinin karşılık bulamaması, yönetme krizinin çözümü açısından AKP’yi bir ehven-i şer olarak kabullenme, kullanma/ıslah etme tercihini öne çıkarmış gözükmektedir. Ama AKP, uluslararası ve yerli muktedirler açısından salt bir mecburiyet de değildi. Pek çok özelliğiyle hem küreselleşme sürecinin hem de neo liberalizmin ihtiyaç duyduğu politikaları hayata geçirebilme potansiyeline sahipti. Zira AKP, kadim siyasal İslamcı geleneğinden neo liberal ve küreselleşmeci paradigma ekseninde bir kopuştu. İçeride ücretleri baskılamak; dışarıda, (özellikle Balkanlar, Türki Cumhuriyetler ve İslam ülkeleri cephesinde) ABD ve AB çıkarları ile uyumlu bir ekonomik ve askeri siyaset izlemek açısından etkili bir aktör olabilecek özelliklere sahipti. Özellikle AKP’nin temsil iddiasında olduğu İslami sermayenin ana gövdesini ABD-İsrail çizgisinin sadık savunucusu Gülen ekibi ile bağlantılı sermaye guruplarının oluşturduğu ve AKP’nin kadro sıkıntısını yine büyük ölçüde Gülen ekibi üzerinden tamamlamaya mecbur olduğu koşullarda, AKP’nin tercih edilir olma marji çok daha kuvvetleniyordu. Gerçekten de AKP özelleştirmeden esnek istihdama, sendikaları zayıflatmaktan ücretleri baskılamaya hemen bütün alanlarda önceki hükümetlerin performansıyla karşılaştırılamayacak hacimde işlere imza attı. Bu anlamda küresel ve yerli sermaye sınıfının isteklerini ziyadesiyle gerçeğe dönüştürdü. Dış politikada da kendisinden beklenen işlevleri bihakkın yerine getirdi. Irak, Libya ve Suriye gibi ABD karşıtı İslam ülkelerinin yıkılması/zayıflatılması sürecinde kraldan çok kralcı bir tutumla rol aldı. AKP’nin ilk dönemi bu şekilde özetlenebilir. Bu dönemde AKP’yi iki farklı açıdan tanımlamak olası. Birinci özelliği merkez siyasetin çökmesinin bir sonucu olarak sınıfsal taban, örgütsel yapı ve kadro birikimine kıyasla hakettiğinden büyük bir güç kazanmış bir konjonktür partisi olmasıdır. Bu konuyu Merkezin Çöküşü, AKP’nin Yükseliş ve Düşüşübaşlıklı yazımızda daha ayrıntılı ele almıştım. Diğer açıdan da AKP’yi küreselleşme ve neo liberalizmin gerekleri doğrultusunda hareket eden neo liberal otoriterliğin bir temsilcisi olarak tanımlayabiliriz. Bu tanım küreselleşme sürecinde ve neo liberalizm döneminde başat hale gelen üç olgu üzerinde yükselmektedir. Birincisi kızışan dış rekabet ikincisi ekonomide artan finansallaşma ve üçüncüsü de emeğin mutlak baskılanma gereği… Bu üc faktör de hızlı karar alan güçlü bir yürütme yapısını zorunlu kılmaktadır. Yani parlamentonun karşısında yürütmenin, yürütmenin karşısında da tek adamın güçlendirildiği bir sistemi. Nicos Poulantzas,1978 yılında yazdığı Devlet, İktidar, Sosyalizm kitabında, 1970’lerin krizinden sonra Avrupa’da siyasal alanın daralması, devlet aygıtının güçlenmesi ve devlet aygıtı içinde yürütmenin özerkleşerek ön plana çıkması vb. ile tanımlanan ve kendisinin “otoriter devletçilik” olarak adlandırdığı bir eğilimden söz ederken, aslında bize bugünkü neo liberal otoriterliğin evrensel arka planını da resmetmiştir. AKP’nin başkanlık sistemi tercihinden, eski türden yasamanın, yargının ve ordunun tasfiyesi ve /ya reorganize etme çabasına kadar her şey küresel ve yerli güç odaklarının ortak onayı dahilinde ve neo liberal otoriterliğin inşasına yönelik adımlardı. (Bu hamleler aynı zamanda Erdoğan’ın neo Osmanlıcı fantazyalarıyla da bağlantılıydı ama bu fantazya o zamanlar bugünkü gibi tehlikeli boyutlara ulaşmamıştı) Kimileri (liberaller) tüm bu adımları demokratikleşme diye takdim ettiler. Gerçekte olan ise, neo liberal otoriter devletin inşası ve neo Osmanlıcı dönüşümün alt yapısını oluşturmaktı. İKİNCİ DÖNEM: EGEMEN BLOKTA ÇATLAMA VE ÖN FAŞİZM… İkinci dönemin, dışarıda Arap Baharının ve içeride ise Gezi Direnişinin ardından başladığını söyleyebiliriz. Arap Baharı AKP’yi küresel planda önemli bir aktör haline getiren “Ilımlı İslam Projesi”nin iflasını getirdi. Fakat AKP bunu kabullenmek istemedi ve Arap Baharı sırasında bazı ülkelerde iktidar olacak kadar güç kazanan Müslüman Kardeşler üzerinden kendi gücünü tahkim etmeye çalıştı. Gezi Direnişi ise AKP iktidarının içeride de ciddi bir sarsılma yaşadığını ortaya koymuştu. Bu iki faktör egemen blok içindeki oydaşmanın bozulmasına, o güne kadar tali kalan çatlak ve gerilimlerin öne çıkmasına yol açtı. Bu tarihlerden sonra AKP istikrarlı bir gerileme yaşamaya başladı. Olağan koşullarda bu gelişmelerden çok kısa bir süre sonra, 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinde çıkan sonuçlara göre, AKP ya iktidardan düşecek ya da koalisyon ortağı olmaya mahkûm olacaktı. Ama beklenmeyen bir şekilde, AKP iktidarı bırakmamak için büyük bir direnç gösterdi. Ondan sonraki dönemlerde -ve bir müddet sonra yaşanan başarısız darbe girişimini de “Allah’ın nimeti” sayarak- hep olağanüstü haller yaratarak iktidarını korumaya çalıştı. Son yerel seçimlere kadar da bu çabasında başarılı oldu. Yeni dönemde AKP’nin ABD, TÜSİAD, FETÖ, liberaller ve Kürtler ile ittifakı sarsıldı. Daha çatışmalı bir ilişki öne çıkmaya başladı. Bu koşullarda AKP, ulusalcı/Ergenekoncu güçlerle yeni bir ittifaka yöneldi, Dışarıda ise Rusya ile ilişkileri hızla geliştirmeye başladı. AKP’nin alt sınıflarla ilişkisinde ise baskı politikaları anlamında değişen bir şey olmadı ve/fakat ödün politikalarının (yardımlar) ekonomik krizle birlikte alt sınıfları teskin edici rolü ortadan kalktı. AKP’nin bu umulmadık direnişine imkân sağlayan en önemli faktörler ise ilk olarak, küresel ölçekte yaşanan ekonomik entegrasyonun pazarları birbirine daha fazla bağımlı kılması nedeniyle yerel sorunları büyük bir krize yol açmadan çözmenin önem kazanmasıydı. Zira her tekil krizin domino etkisi yaratma olasılığı artmıştı. Ve ikincisi de küresel bir hegemonya krizinin kuvvetlenmekte oluşuydu. ABD hala baskın güç olmaya devam etse de, Çin-Rusya bloku karşısında eski gücünü yitirmişti ve bu yerel iktidarların hareket marjını genişletmişti. ABD hegemonyasının devamı açısından hiçbir müttefikinin, hele Türkiye gibi rekabetin stratejik önem taşıdığı bir bölgedeki müttefikinin kaybı, hiç de kolaylıkla göze alınabilir bir risk değildi. Bu ikinci dönemi bir “ön faşizm” dönemi olarak tanımlıyorum. Zira bu dönem sermayenin finansal boyut kazanmış belli kesimleri adına iktidarın kural ve kanun tanımayan keyfi bir tek adam rejimine doğru yöneldiği bir dönemdir. AKP’nin ön faşizminin açık bir faşist diktatörlük haline dönüşebilmesi bugünkü denklem içinde zor görülüyor. Burnun için büyük burjuvazinin daha geniş kesimlerinin ve küresel güçlerin daha etkin desteğine ihtiyacı var. AKP’nin, büyük sermayenin diğer kesimlerinin ve küresel güçlerin yeniden rızasını sağlayacak biçimde kendini restore edebilmesiyse bu saatten sonra -olanaksız olmasa da- çok zayıf bir ihtimal.
Mahmut Üstün yazdı | Sezarizm-Bonapartizm-Faşizm ve AKP üzerine…
Mahmut Üstün yazdı | Sezarizm/Bonapartizm, Faşizm ve AKP -2-