Malumunuz olduğu üzere son dönemdeki önemli tartışma konularından biri de TÜSİAD ile AKP arasında sıklık kazanan atışma ve tartışmalar… Bu iki kesimin arasında bir çatışma olduğunda genel bir mutabakat var ve/fakat bu çatışmanın boyutu ve içeriği konusunda ortak bir yaklaşımın olduğu söylenemez… Benim de dahil olduğum kimi yazarlar TÜSİAD ve AKP arasında geçmişten beri bazı önemli anlaşmazlıklar olmakla birlikte bu anlaşmazlıkların son dönemde daha da önem kazanmaya başladığı yönünde… Kimileri ise AKP’li dönemi tümüyle bu çatışma ekseni üzerinden okumak ve analiz etmek eğiliminde… Farklı yöntem ve kaygılara sahip olmakla birlikte liberallerin, ulusalcıların ve bazı sosyalistlerin bu ikinci yaklaşımda ortaklaşabildiğini görüyoruz. Bu kesimler AKP ile İslamcı burjuvazi denilen kesim arasında yalnızca organik bir temsiliyet ilişkisi olduğunu düşünmekle kalmıyorlar (ki bu hemen tüm kesimlerin ortak görüşü), daha da ötesi İslamcı burjuvazinin TÜSİAD’ta temsil edilen büyük burjuvazi ile boy ölçüşebilecek denli güçlendiği kanaatindedirler. Her iki kesimin farklı ekonomik/siyasi/ideolojik stratejilere sahip olduğu ve bu stratejiler ekseninde kıyasıya bir hegemonya savaşı yürüttüğü iddiasına sahipler. Ki bütün bir AKP tarihini anlamanın yolu, bu kesimlerce, iki burjuvazi arasındaki bu büyük kapışmayı görmekten geçmektedir. Liberallerin üç beş sene önceye kadar İslamcı burjuvaziye “yerli ve milli burjuvazi”, “devletten bağımsız sivil toplumun ürünü burjuvazi”, “Calvenist burjuvazi”, “yeni orta sınıf” vb. gibi tanımlamalarla demokratikleşme alanında olumlu bir anlam yüklediği hatırlardadır. Onlara göre, AKP iktidarı dönemine bu yeni ve özgürlükçü burjuvazi ile devletin kucağında büyümüş ve halen TÜSİAD bünyesinde örgütlü statükocu büyük burjuvazi arasında yaşanan bir çatışma damgasını vurmaktaydı. Bütün bu liberal tezler üzerine eleştirellerimi yıllarca önce Sendika Org’da 5 bölüm halinde yayınlanan Taşra-Anadolu Burjuvazisi Efsanesi başlıklı dizi yazımda dile getirmiştim. Zaten bu liberal tezler gerçekliğin gücü karşısında bugün büyük ölçüde tedavülden kalkmış durumda. AKP-burjuvazi ilişkileri alanında liberaller ve İslamcılar tarafından ortaklaşa dillendirilen daha spesifik bir tez daha vardır. Bu kesimler Gramsci’nin “pasif devrim” kavramlaştırmasından hareketle ve tüm diğer liberal tezleri destekleyen ve bütünleyen biçimde AKP ve İslamcı burjuvazinin iş birliğinde Türkiye’nin” otoriter Kemalist laik Cumhuriyet”ten “muhafazakâr demokrat bir cumhuriyete” pasif devrim yöntemiyle geçiş yaptığını iddia etmişlerdir. Bu tez bazı bakımlardan diğerlerinden daha anlamlıdır ve üzerinde hala durulmayı hak eder bir niteliğe sahiptir. Bugünkü tartışmalara bakınca teslim etmek gerek ki, ulusalcıların yaşananları laik burjuvazi ve ABD destekli şeriatçı burjuvazi arasındaki “Cumhuriyet mi din devleti mi?”, “demokrasi mi tek adam diktatörlüğü mü?” ve “çağdaşlık mı teokrasi mi?” eksenli bir mücadele olarak ele alan yaklaşımları liberal tezlerden daha dayanıklı çıkmış gözükmektedir. En azından görünür gerçekliğe daha yakın söylemlerdir. Ayrıca ulusalcıların TÜSİAD’ı bu mücadele de ikircikli ve oportünist tutumla suçlaya gelmeleri ve/fakat Koç ve Doğan gurubu içinde laiklik ve cumhuriyet kahramanları keşfetmeleri son derece manidardır. Hatta ziyadesiyle komplocu kokuya sahip olsa da AKP’yi ulus devleti ve laik rejimi yıkmakla görevlendirilmiş ABD/emperyalizm komplosu/projesi olarak ele almaları bile göreli bir tutarlılığa ve gerçekliğe sahiptir. Ve fakat ulusalcıların büyük ve trajik çelişkisi/tutarsızlığı söylemden ziyade hayatın acımasız pratik sınavında ortalığa çıkmıştır. Malumunuz bu ulusalcı teorilerin en öndeki pek çok savunucusu (kesim ve kişiler) bugün AKP ile ya içi içe ya da giderek daha yakınlaşan bir görüntü vermektedirler. Sosyalist cephede ise bazı kesimler yine Gramsci’nin “yatay sınıf savaşları” kavramlaştırmasında ifadesini bulan bir başka tezini arkalarına alarak bütün bir AKP dönemini “Burjuvazinin İç Savaşı” olarak değerlendirmişlerdir. Gelinen yerde bu teorinin de dikişlerinin attığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu teori taşıdığı analitik/yöntemsel zaafların yanı sıra Türkiye’de egemen sınıf ve kesimler arasındaki kutuplaşmaları ele alışı bakımından aynı zamanda ciddi olgusal yanlışlara da dayalıdır. Ne var ki bir dönemin muhasebesini tam yapabilmek ve hesap defterini arşivdeki tozlu raflara yerleştirebilmek için AKP ile burjuvazi(ler) arasındaki ilişkinin niteliği ve bu ilişkilerin süreç üzerindeki rolünün daha açık biçimlerde tanımlanmasına ihtiyaç vardır. Bu yazı bir anlamda bu ihtiyacın nedeni/nereden kaynaklandığı üzerine bir giriş niteliğindedir. Gelecek yazılar ise bu ihtiyacın karşılanması amacına katkı sunmak iddiasında olacaktır. Liberalizmin bu konuyla ilgili yaklaşımlarını Taşra-Anadolu burjuvazi Efsanesi başlıklı dizi yazılarda ele aldığımı vurgulamıştım. Buna ek olarak Politikyol da yayınlanan Yetmez ama Evetçi”lerle Ne Yapmalı? ve Yetmez ama Evet’çilere Ne Yapmalı? başlıklı yazılarıma da bakılabilir. Önümüzdeki günlerde ise AKP burjuvazi ilişkileri kapsamında ulusalcı tezler, “pasif devrim” tezi ve “burjuvazinin iç savaşı” tezi üzerine daha ayrıntılı biçimde duracağım.