Görünen o ki, 24 Ocak 1980’de alınan kararlarla başlayan “düşük ücret” sürecinin sonuna geliyoruz. Belki iktisadi kaynaklarımız tükenmiş ve belki başka seçenek yok. Ancak insanların siyaset kurumuna güveni tükenmiş durumda.
Ülkemizdeki iktisadi sorunların nedeni uygulamalarımızda referans aldığımız “
iktisat teorileri” mi, yoksa bunların uygulamalarında yapılan hatalar mı?
Bu soruların cevabını bulmak için yürütülen tartışmalar hâlâ devam ediyor. Ama uygulamada yapılan hatalar da bitmek tükenmek bilmiyor. Bunun en son örneğini geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen emeklilikte yaş sınırı koşulunun kaldırılması oldu. Emeklilikte yaş sınırlaması 1999 yılında emeklik sisteminde yapılan bir değişiklikle gündeme gelmişti. Buna göre prim iş günü ve çalışma süresine ilişkin koşulları sağlayanlar yaşı beklemeden emekli olabilecek.
Bu düzenlemeler 1999 yılında sürdürülebilirliği bitmiş olan sosyal güvenlik kurumunun mali durumunu düzeltip, hazineye yük olmaktan kurtarmayı amaçlanmaktaydı.
Ekonomi sıfır toplamlı bir oyun gibidir. Bir kesime verilen, mutlaka başka bir kesimden alınmak zorundadır. Bu uygulamanın da sonucu böyle olacak.
Sosyal güvenlik sisteminde 1999’da yapılan değişiklik aslında vatandaşın zaman tercihlerini değiştirmeyi amaçlamaktaydı.
Onları daha fazla tasarrufa yöneltirken, tüketimin azaltılmasını amaçlıyordu. Zaten sürekli cari açık sorununa maruz kalan bir ülkede başka ne yapılabilir ki? Bizim gibi ülkelerde yapılacak ekonomik dönüşümün ana hedeflerinden biri de bu olmuştur geçmişte.
Dönüşüm süreci içinde bazı sektörler veya kaynak-kullanım tercihleri önemini yitirirken, başkaları öne çıkar ve kaynaklar bu yeni önceliklere doğru yöneltilir.
Örneğin ekonomide refah arttırıcı faaliyetlerde kullanılabilecek olan kaynakların emeklilik sistemi üzerinden sosyal güvenlik kurumlarının finansmanına, oradan da tüketime ayrılması gibi.
24 Ocak 1980 yılında yapılan “
yapısal dönüşüm politikalarının” uygulamalarıyla muhatap olduğumda ilk kez iktisatçı olmak istedim. O yüzden mesleki kariyerimi belirlemede önemi büyüktür bu reformların. Hedefleri itibariyle önemli bir program olmasına rağmen, yol açtığı toplumsal maliyetler bakımından da son derecede büyük maliyetlere maruz bırakmıştır ülkeyi.
İktisat literatürümüze 24 Ocak Kararları olarak girdi bu programlar. Çok da tartışıldı kamuoyunda. O günlerde dünyada neoliberalizm olarak bilinen bir anlayışın ülkemizdeki yansımasıydı aslında.
Ekonomiyi daha rekabetçi ve değer üreten bir yapıya dönüştürerek, toplumun daha fazla refaha erişimine olanak sağlanacaktı. Amaç kaynak tüketen değil, kaynak üreten bir ekonomik sistemi inşa edebilmekti. Bu yüzden gereksiz kaynak kullanımının önüne geçilecek, devlete basit bir işletme gözüyle bakılıp, onun “
sosyal bir devlet olma” sorumlulukları görmezden gelinecekti. Bu hedeflere ulaşılana kadar da, insanlardan refah taleplerini ertelemeleri isteniyordu.
O günlerde gerekçelerini tam olarak anlayamadığım bu iktisadi dönüşümün mantığını anlayabilmeyi çok istiyordum. Sıradan insanların hayatlarını bu kadar derinden etkileyen bir programın amacını kavrayabilmek, ama dahası bu dönüşümün sonuçlarına katlanmamız sonucunda bize nelerin vaat edildiğini bilmek anlamak istiyordum.
Tüm bunları şimdilik bir tarafa bırakırsak, daha yeni ergenliğe adım atmış bir çocuğun o günlerde kesin olarak anlayamadığı ise, sıradan bir insanın hayatını derinden etkileyen böyle bir dönüşümün neden insanlardan habersiz yapıldığıydı. Bu da ister istemez ben de ve benim gibi çoğu kimsede maruz kalınılan sonuçların “
haksızlık” olarak görülmesine yol açıyordu. Bu haksızlıklara karşı direnmenin yolu ise, o günde işbaşında olan askeri yönetim ile kesilmişti. Bırakın daha çok refaha erişmeyi, 24 Ocak’ın bu uygulamalarla insanların mevcut refahlarından bile vazgeçmeleri sağlandı.
Ekonomide yapılan değişimin doğuracağı olumsuzluklarla baş edebilmeleri için gerekli süre insanlara verilmemişti. Bu mağduriyetleri telafi edecek etkin işleyen bir kurumsal yapı da yoktu. Daha insanlar ne olduğunu anlamadan her şey birden olup bitmişti. Sanki ne zaman olacağını bilemediğiniz ve hiçbir hazırlık yapmadığınız bir deprem gibi.
Bırakın devletin size bir şeyler vermesini, hayatınızda oluşacak risklere karşı korunmanızı sağlayacak tedbirleri almanız için bile fırsat verilmiyordu. İnsanlar korumasızca piyasanın ve belirsizliklerin kucağına atılıyordu.
Güvencesizlik yaygınlaştırılıyor ve böyle bir güven sistemini oluşturmanın maliyetinden kaçınmak ise, bu reformu uygulayanlar tarafından tasarruf olarak nitelendiriliyordu. Velhasıl zor günlerdi o günler.
O güne kadar kendinizi topluma değer katan biri olarak görürken, dönüşüm politikalarının ardından aynı toplum için birden yük olduğunuz söylenmeye başlıyor.
Sanırım bu politikaların bir diğer “gayri insani” olan kısmı bu. Zira bu dönüşüm politikalarıyla, vatandaşın sorumluğunda olmayan ekonomik uygulamaların ve yapılan yanlış tercihlerin bedeli “
sıradan insanlara” ödetiliyor.
EYT ile genç bir emekliler nüfusumuz olacak. Bunun sosyal güvenlik sistemi üzerinde olumsuz etkilerinin olması kaçınılmaz. Ama EYT ile emekli olanlar hiçbir şekilde emekli gelirine kavuştuklarında refah içinde bir hayat yaşayacaklarını düşünmemektedir.
Elbette sıradan insanların iktisat bilmeleri gerekmiyor. Yaşanan ekonomik gelişmeleri yorumlayabilecek bir birikime sahip olmalarına da ihtiyaç yoktur. Onlar sadece daha iyi bir yaşam ve makul derecede bir refaha erişmek istiyorlar. İşte bu “
naive” istekleri onların siyasetçilere karşı en zayıf noktalarını oluşturuyor. Onları siyasetçilerin hamasi söylemlerine açık hale getiriyor.
Ekonomide yapısal dönüşüme zaman zaman her ülkenin ihtiyacı olur. Ama her bir yapısal dönüşüm beraberinde mağdurlarını doğurur. Mesele kurumları gelişmiş demokratik ülkelerde, ülkelerini “
sosyal devlet” yapma amacında olan hükümetlerce bu mağduriyetlerin telafi edecek sistemlerin varlığıdır.
Aradan geçen onca zamandan sonra artık ben de bir iktisatçıyım. Bu dönüşüm politikaları konusundaki tartışmalar ise hâlâ devam ediyor. Ama benim bizzat yaşadıklarımdan anladığım bir şey var ki, o da bu tarz, sıradan insanlar için beklenmedik dönüşümlerin yol açtığı bazı sonuçların, onları güvencesiz bırakmasıdır. Böyle bir durumda bu dönüşümler, kırılganlığı olan sıradan insanlara “
acı”, “
elem” ve “
sabırdan” başka çok fazla bir şey vaat edemiyor maalesef.
Bir yanda kendi duygu dünyamız, diğer yanda ülke ve vatan sevgimizi öne çıkaran söylemleriyle yaptıklarına sabır göstermemizi telkin eden siyasetçilerimiz. Aradan geçen kırk yılı aşkın süreden beri pek değişen bir şey yok gibi. Aynı ikilem yine insanların karşısında. İnsanlar ise devlete rağmen geleceklerine yönelik güvence arayışı içinde.
Siyasetçilerin boş vaatleri sadece kendilerini değil, aynı zamanda ülkemizin kurumlarını zayıflatıp, bu kurumları zaafa uğratıyor. Sıradan insanın geleceğe yönelik umutlarının yitip gitmesine yol açıyor.
Düşünsenize, sıradan bir insanın 24 Ocak 1980’deki çaresizliğini. Ya da 2001 krizinin hemen ardından insanların maruz kaldıkları şok ve beraberinde gelen ekonomik dönüşüm karşısındaki hâllerini.
Bu şokları sürekli yaşayıp, her defasında aynı bahane ve vaatleri dinlediğinizi hayal edin. Siz olsanız sabır gösterebilir misiniz?
Güven duyabilir misinin böyle bir sisteme ve siyasetçiye?
Tek duyduğunuz vaatler ve “
sabır” telkini.
Ne için sabır?
Dahası ne kadar süreyle sabır?
Baksanıza; her seçimde seçmen karşısına çıkan bir iktidar daha önce yaptığı vaatleri bile sürekli öteleyip duruyor. Sürekli yeni süreler istiyor kamuoyundan. Bazılarını ise bugün görmezden gelmeyi tercih ediyor.
Böyle bir siyasi yapı, ister istemez bireylerin kurumlara karşı güven duygularının kaybolmasına yol açıyor. Onları daha çok bireyselleştiriyor. Onlar nezdinde toplumsal menfaatlerin önemini azalıyor. Bu insanlar artık devletin onlara çıkartabileceği güçlüklere karşı kendilerini koruma refleksi geliştiriyorlar.
Böyle güvenin yok olduğu dönemlerde kurumsal düzeyde bir sistem inşa edebilmek de zorlaşıyor. Zira bireysel çıkarlar, toplumsal çıkarların önünde gelmeye başlıyor.
Geçen hafta iktidarın emeklilikte yaş sınırlamasına takılan genişçe bir kitlenin taleplerine olumlu yanıt vermesi en azından bazılarımız için sürpriz oldu. Konunun birçok yönü kamuoyunda tartışıldı. Bu vesileyle EYT meselesi birey-devlet ilişkileri bakımından iki gerçeği daha iyi görmemize yardımcı oldu.
Bunlardan ilki siyaset-toplum ilişkisi bakımından, geçmişte olduğu gibi yine insanların geleceklerinin gasp ediliyor olmasıdır. Diğeri ise, neredeyse kırk yılı aşkın süredir uygulanan “düşük ücret” politikasının iflas ettiğini bize göstermesidir.
Böyle bir siyasi yapı, ister istemez bireylerin kurumlara karşı güven duygularının kaybolmasına yol açıyor. Onları daha çok bireyselleştiriyor. Onlar nezdinde toplumsal menfaatlerin önemini azalıyor.
Doğrudur… EYT ile genç bir emekliler nüfusumuz olacak. Bunun sosyal güvenlik sistemi üzerinde olumsuz etkilerinin olması kaçınılmaz. Ama EYT ile emekli olanlar hiçbir şekilde emekli gelirine kavuştuklarında refah içinde bir hayat yaşayacaklarını düşünmemektedir. Muhtemelen çoğu geçmişte kendilerine vaat edilen ve karşılığında sabır telkin edilmiş olan o günlere ulaşamadıkları için, çalışmaya devam edecekler. Çalışırken de emeklilik aylıkları onlara ek gelir sağlayacak. Çok fazla çaresi olmayan insanların, gelecekteki risklere karşı çare olarak gördüğü bir seçenek bu.
Kanımca EYT taleplerinin arkasındaki en önemli sebebi ülkemizdeki ücretlerin düşüklüğü.
Siyasilerin 1980’lerde yapmaya başladıkları vaatleriyle insanların bir süre düşük ücrete rıza göstermeye zorlanması kısa vadede mümkün olabilir. Ama süre uzadıkça insanların geleceğe yönelik endişeleri artacak ve sabır söylemi boşa düşecektir. Bizde de olan budur.
Neticede bunca zaman beklemek ve siyasilerin uygulamalarını tolere etmek bu insanları daha fazla
eşitsizlik, daha fazla
yoksulluğa maruz bıraktı. Şu anada geniş halk kitleleri için elimizde olanlar bunlar.
Aradan kırk yılı aşkın güze geçti. Hâlen aynı bahaneler, aynı vaatler. Hem de bir başka büyük ekonomik dönüşümün tam da arifesinde yapılıyor bu vaatler.
Görünen o ki, 24 Ocak 1980’de alınan kararlarla başlayan “
düşük ücret” sürecinin sonuna geliyoruz. Belki iktisadi kaynaklarımız tükenmiş ve bize başka seçenek bırakmıyor olabilir. Ancak insanların siyaset kurumuna güveni ekonomik kaynaklardan çok daha önce tükenmiş durumda. Bugüne kadar ötelenen refah talepleri maalesef sabreden bu kitlelere refah getirmedi. Aksine onlar sabrederken, elde edilen refahtan başkaları pay almaya başladı. Bu da EYT meselesinde toplumsal muhalefetin direncinin artmasına yol açtı. Sonunda da amaca ulaşıldı.
EYT mücadelesi ve elde edilen sonuç ülkemizin ivedilikle mevcut kaynak-kullanım tercihlerinin değişmesi gerektiğine, bununla birlikte yeni bir gelirler politikasının oluşturulmasının gerekli olduğuna işaret etti.
Elbette tüm bunlar daha sorumlu ve daha güvenilir bir siyasetle mümkün olacaktır.
Ama daha önemlisi ekonomik taleplerin daha kapsamlı ve örgütlü bir mücadeleye konu edilmesiyle gerekmektedir.