İmamoğlu, kültür ve sanat anlamında İstanbul’da adeta tarih yazıyor. Ama biz kısır siyasi tartışmalardan kafamızı kaldırıp göremiyoruz bu adımları. En son geçen hafta Haliç kıyısında yer alan Feshane’nin son halini görünce gözlerime inanamadım.
Politikyol’da zaman zaman sanat, insan, kentler ve demokrasiye dair yazılar kaleme almaya gayret ediyorum. Zira ne insan sanatsız ne de kentler demokrasi olmadan bir anlam ifade edebilir. Bu kavramlar o kadar iç içe kavramlar ki birini diğerinden ayırmanız mümkün değil.
Lise yıllarımda
(1995-1996’lı yıllar) TV’ler, Birleşmiş Milletler tarafından gerçekleştirilen
Habitat toplantılarından bahsediyordu sık sık. Haberler Habitat’ın öneminden bahseder, dünyanın bütün ülkelerindeki temsilcilerin İstanbul’da olacağını söylerlerdi. Tabii o zamanlar Habitat nedir, neyi amaçlar konusunda herhangi bir bilgiye sahip değildik.
Sonraları Habitat konferanslarının dünya tarihinde 2.’sinin yapıldığını öğrendik. 1996’da İstanbul’da düzenlenen ve
“Şehir Zirvesi” olarak da adlandırılan bu konferansın amacının herkes için yeterli barınma ve insan yerleşimlerinin daha güvenli, daha sağlıklı ve daha yaşanabilir şehirler sağlanmasına yönelik evrensel hedeflerin tartışılması olduğunu öğrendik. Böylesine önemli bir organizasyonun sonuçları ne oldu, dünya çapında ülkemizde gerçekleştirilen o konferansın bize ne faydası oldu ve konferansın çıktılarını nerede kullandık bilen yok. Neyse…
Daha sonra yine dönüm noktası olabilecek başka bir olaya şahitlik etmiştik İstanbul olarak. İstanbul’da kültürel ve sanatsal olarak yaşanan sanatsal hareketlilik ile birlikte İstanbul, 2010 yılında
“Avrupa Kültür Başkenti” seçilmişti.
O yıllarda İstanbul yönetiminin eline geçen bu tarihi fırsat İstanbul için kültür, sanat ve kentleşme anlamında belki de kırılma noktasıydı. Avrupa’nın ciddiyetle ele aldığı, Avrupa Kültür Başkenti seçtiği ve oluk oluk ödenek akıttığı bu tarihi şehir, niteliksiz yönetimler tarafından adeta ölüme terk edildi o dönem. Kültür ve sanata adeta öcü gibi bakan, kültür ve sanata dair yapılan tüm projeleri gereksiz gören siyasal İslamcı akıl, varını yoğunu betona-yola-köprüye-binaya yatırdı. Hatta öyle bir noktaya geldi ki betonların arasında kalan binlerce yıllık tarihi eserleri de
“şehrin betonlaşmış görüntüsüne uymuyor” diye yıktı, yok etti. Ülke çapında 20 yıldan fazladır yaşadığımız restorasyon adı altındaki akıl almaz cehaleti hepimiz görüyoruz. Kendi kültürel değerlerini yaratamayan bir yönetim eliyle tarihimiz, kültürümüz ve sanatımız adeta bilinçli biçimde yok edildi. Göz göre göre Ortadoğulu kentler zinciri yaratıldı. Sanatın, tarihin, mimarinin, kültürün olmadığı içi boş beton yığını kentler…
Yaratılan sanatsız, kültürsüz ve ruhsuz bu kentler bizim şehirle olan duygusal ilişkimizi, tarihle olan bağımızı ve mutluluğumuzu da alıp götürdü. İnsanlar binalar gibi sert, ruhsuz, kaba birer robota dönüştü. Oysa kültür ve sanat, kentleri kent yapan en önemli unsurlardı.
Kentlerin sahip olduğu özellikleri de hiç şüphe yok ki insanları da etkiler. Kültür ve sanattan nasibini alan bireyler daha mutlu olur. Hatta, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde
‘Kültür Hakkı’ kavramından bahseder. Kültüre ve sanata ulaşmak ekmek gibi, su gibi, adalet gibi temel bir haktır vurgusu yapar.
Kültür ve sanatın içerisinde biri olarak son yıllarda İstanbul’da atılan adımlar beni hem şaşırttı hem sevindirdi. Ekrem İmamoğlu yönetimindeki İstanbul, aslında doğal bir kültür ve sanat şehridir. Zira tarih, mimari, doğa ve insan gibi kültür ve sanatı besleyen bütün gereklilikler bu kentte hep vardı, o sebeple doğal bir kültür kentiydi İstanbul.
Adını sürekli siyasi engellemelerle duyduğumuz Ekrem İmamoğlu, kültür ve sanat anlamında İstanbul’da adeta tarih yazıyor. Evet gerçek anlamda bir tarih yazıyor. Ama biz kısır siyasi tartışmalardan kafamızı kaldırıp göremiyoruz bu adımları. En son geçen hafta Haliç kıyısında yer alan Feshane’nin son halini görünce gözlerime inanamamıştım.
Feshane çiğ köfte, kebap ve yöresel ürünler gibi şarküteri etkinliklerinin yapıldığı bir alandı. Paha biçilmez bir rönesans tablosuna dönüştürüldü. Ondan evvel Yerebatan Sarnıcı, ondan evvel Yedikule Surları…
Ben Feshane gibi tarihi bir yerin sadece otlu peynir, çiğ köfte, kebap ve yöresel ürünler gibi şarküteri etkinliklerinin yapıldığı bir alan olarak düşünürdüm. Oysa Feshane, kültüre ve sanata değer veren bir akıl tarafından adeta
paha biçilmez bir rönesans tablosuna dönüştürüldü. Ondan evvel Yerebatan Sarnıcı, ondan evvel tarihi binaların restorasyonu, ondan evvel Yedikule Surları…
Ekrem İmamoğlu ve sanat ekibinin Feshane’de ortaya koyduğu bu tarihi değişim, kentin nasıl sanatsız ve kültürsüz, nasıl yoz ve ruhsuz bir hale getirildiğini hatırlattı bana. Yıllarca İstanbul aşığı olduklarını iddia eden sanatsız, kültürsüz ve sığ bir aklın bizleri betona ne denli alıştırdığını, bizleri tarihten, sanattan ve kültürden ne denli uzaklaştırdığını gösterdi.
Hakikaten, Feshane bu son haline getirilmemiş olsaydı kültür ve sanatın hayatımızda bu kadar büyük bir boşluk yarattığını asla anlayamazdık. Feshane yine eskisi gibi amaçsız, içi boş ve niteliksiz bir biçimde
köy ürünleri tanzim yeri olmaya devam edecekti belki de.
İstanbul’a yapılan bütün yolların, metroların, iskelelerin hepsi sizi sanata götürüyor, sanatla buluşturuyor. Bu bütünlükçü yaklaşım Türkiye’deki bütün kentlere örnek olacak bir kuram olacak nitelikte adeta.
Ancak kültür alanındaki faaliyetler hayatımızı doğrudan etkilemediği için kolay kolay dikkat çekmiyor. Bir metro kadar ses getirmiyor mesela ya da bir kaldırım yapılması kadar hayatımıza temas etmiyor. Ekrem İmamoğlu, adeta İstanbul’un tarihini yeniden yazıyor ve şehrin kalbine nefes veriyor.
Bir kentteki iş bulma imkânı, fiziki ortam, güvenli ortam gibi etkenler kentlerin tercih edilmesinde rol oynuyor. Ancak sanatın ve kültürün yaşadığı kentler büyük kentler, yaşayan kentler olabiliyor. Ekrem İmamoğlu’nun başardığı en büyük işlerden biri de bu bana kalırsa. Hayatımızda kültürün ve sanatın bir ihtiyaç olarak algılanmasını anlamamızı sağladı İmamoğlu… İstanbul’a yapılan bütün yolların, metroların, iskelelerin ve bütün yatırımların hepsi sizi adeta sanata götürüyor, sanatla buluşturuyor. Bu bütünlükçü yaklaşım Türkiye’deki bütün kentlere örnek olacak bir kuram olacak nitelikte adeta. Fakat betona, binaya, yollara alıştırılmış bir İstanbul’un kültür, sanat ve tarihsel dev hizmetleri görmemesini anlamak bu açıdan zor değil elbette.
İnsanların mutluluğu sadece gelir düzeyleri ile alakalı değildir. Çevresel koşulların insan doğasına uyumu, kültürün ve sanatın hayatın her alanında yer aldığı ve insana sunulduğu, yeşilin korunduğu kentlerde yaşayan insanlar daha fazla mutlu oluyor. Bu da demek oluyor ki yerel yönetimler sadece AVM yapmak, yol yapmak veya bina izni vermekten sorumlu değiller. Yönettikleri kentlerdeki insanların mutlulukları ile de ilgilenmek gibi bir sorumlulukları da vardır.
Bu açıdan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’da bütün engellemelere rağmen yapmayı başardığı dev yatırımların yanı sıra, kültüre ve sanata verdiği önem İstanbul’da yaşayan her bireyin mutluluğuna da katkı sağlıyor.