Nasıl oluyor da en fiyakalı “residence”lar ilk anda yerle yeksan olup betondan mezarlara dönüşüyor da Avrupa Birliği fonuyla AB standartlarında inşa edilen Kommagene Kültür Merkezi’nin camı bile çatlamıyor? Elden hiçbir şey gelmemesinin aczi, o korkunç çaresizlik… İnsana yaptığı her şey manasız geliyor böyle günlerde. Duyarken yardım çığlıklarını televizyon ekranından, oturduğun evin sıcak olması asap bozuyor. Buzdolabındaki yiyeceklerden, dolapta dizilmiş ütülü gömleklerden, lambadan yayılan ışıktan, koltukta oturmaktan, uzanmaktan, gece olunca yatağa girip yorganın altına gireceğini bilmekten ötürü derin bir utanç hissiyle baş başa kalıyorsun. Depremde gelecekleri dahil her şeyi yıkılan insanların feryadını dinliyor, sosyal medyaya yansıyan “devletsizliği” görünce kahroluyorsun. Ekran karşısına geçip jeoloji profesörlerinin çözümlemelerini dinliyorsun, gördüğün senin enkazın çünkü, daha da beter bir durumda olduğunu biliyorsun. Tek fark, yerin senden birkaç yüz kilometre ötede sallanması. Jeolojiden zerre anlamadan saatlerce o insanların konuşmalarını anlamlandırmaya gayret ediyorsun, biri “durum vahim,” diyor, öteki “merak etmeyin”, berikiyse “bunlar yalancı, doğruyu bir tek ben biliyorum.” Öylece kalakalıyorsun, bilgin olmadığı için kime inanacağını bilemeden. Sonra, bir şey fark ediyorsun. Zorlukla nefes alan bir adamın göğsü gibi şişip şişip iniyor yeryüzü ve sen çaresizce doğanın sakinleşmesini bekliyorsun. Tamam, deprem büyük bir felaket, hele böyle iç içe geçmiş depremler gerçekten korkunç ama aynı sokaktaki beş apartmanın yıkılıp birinin ayakta durduğunu görünce bu afetin felakete dönüşmesine insan elinin olduğunu idrak ediyorsun. Nasıl oluyor da en fiyakalı “residence”lar ilk anda yerle yeksan olup betondan mezarlara dönüşüyor da Avrupa Birliği fonuyla AB standartlarında inşa edilen Kommagene Kültür Merkezi’nin camı bile çatlamıyor?
Kafasına esenin müteahhit olabildiği bir sistemde AB mevzuatının en büyük düşmanı da genellikle bu insanlar oluyor çünkü AB demek, kafana göre iş yapamazsın, demek. Koyacağın demirin, dökeceğin betonun, yerleştireceğin camın, şunun bunun bir standardı olacak demek.
Demek ki, şu apartmanların hepsi AB mevzuatına göre yapılsaydı bu afete rağmen hiç kimsenin burnu kanamayacaktı. Ölüm rakamları 100 binlerle konuşulmayacaktı, daha da fazla sayıda yaralıdan ve psikolojisi çökmüş insandan söz etmeyecektik. Mehmet Altan’ın Artı Gerçek’teki yazısından öğrendim, 27 ülkenin üye olduğu Avrupa Birliği’ndeki toplam müteahhit sayısı 60 binmiş, Türkiye’deki müteahhit sayısı ise 330 bin… AB’nin altı katı. “Türkiye ölçeğindeki Almanya’da ise sadece 3800 müteahhit var,” diye ekliyor Altan. Kafasına esenin müteahhit olabildiği bir sistemde AB mevzuatının en büyük düşmanı da genellikle bu insanlar oluyor çünkü AB demek, kafana göre iş yapamazsın, demek. Koyacağın demirin, dökeceğin betonun, yerleştireceğin camın, şunun bunun bir standardı olacak demek. AB, işler daha çabuk hallolsun diye ustanın betona su katamaması demek. İnsan hayatının değerli olması demek kısaca, doğaya hükmederek değil, onunla uyum içinde yaşamak. Binaların AB standartlarında inşa edilmesiyle bebek ölüm oranlarının çok düşmesi aynı zincirin parçalarıdır. 2002 yılında AB mevzuatına göre çıkarılan Kamu İhale Yasası neden 197 kere değiştirildi? Siz yirmi senede herhangi bir şeyi 197 kere değiştirdiniz mi? Peki, bu ihale yasası niye değişti? Kamu hangi yararı elde etti bu 197 değişiklikten? Mesela, 54. değişikliğin nesi yanlıştı, 86.’nın sorunu neydi, 139.’nun kim bilir nesini beğenmediler? Ama mesele bu değil, bunların hepsinde kamu değil ama müteahhitler bir şekilde fayda elde etti. Bedelini de işte böyle toplu mezarlarla ödedik. Deprem deprem üstüne geliyor, sarsıntı hiç bitmiyor. İnsanlar enkaz altında yardım çığlıkları atıyor, devletten bir çadır bekliyorlar. Öte yandan, Kommagene Kültür Merkezi kusursuzluğuyla nazire yaparcasına orada duruyor.