Sarayda oturup da kendini ve kendi kararlarını neredeyse tanrısal gören bir zihniyetle bu işler olmaz. Olmayacağını da yaşayarak öğreniyoruz. Maalesef büyük maliyetlere katlanarak! Çok kötü bir güne uyandık bugün. Sabahtan bu yana deprem ile ilgili toplanmış bilgiler çok sayıda insanımızın hayatını kaybettiğini, çok sayıda insanımızın yaralandığını, çok sayıda insanımızın evsiz barksız kaldığını söylüyor. Korkarım bu rakamlar çok daha büyük toplamlara varacak gibi. Doğu Anadolu Fay hattı bilinen bir hat. Bilim adamları çok uzun yıllar bu hat üzerinde ciddi depremler olmadığını söylese de bu hattın hareketlenme olasılığının olduğunu hep söylediler. Bir kaynağa göre; “Doğu Anadolu Fay Hattı, Hatay, Osmaniye, Gaziantep, Kahramanmaraş, Adıyaman, Elazığ, Bingöl, Muş'a kadar devam ettikten sonra Erzincan'dan itibaren Kuzey Anadolu Fay Hattı ile birleşir”. Görüyor musunuz Erzincan’ı da dahil edersek 9 şehrimiz bu fay hattı üzerinde kurulmuş. Altlarında dünyanın en büyük fay hatlarından biri olduğu biline biline. Diyelim ki bu şehirler kurulmadan önce bu konu bilinmiyordu o nedenle de dikkate alınmamıştır. Bu doğru olabilir. Ama bu hattın varlığı bilindikten sonra hiç mi kimsenin aklına bu hat üzerinde büyük depremler olabilir ve bu büyük şehirlerimiz büyük yıkımlara yol açabilir, o nedenle de yapı izinleri verilirken, şehirleşme kararları alınırken bu olasılığa dikkat ederek kararlar almak gerekir gibi bir düşünce gelmemiştir? Bu olabilir mi? Evet maalesef olabilir. Bu vurdumduymazlığın çeşitli nedenleri üzerine söylenecek en önemli gerekçe “kişisel çıkarların” önemi olabilir. Ama sanırım bunun da ötesinde toplumda var olan bir zihniyet dünyası ile gerçek dünya arasında kurulan ilişki çok daha önemli. Ne demek istiyorum? Soru şu: Biz herhangi bir konuda karar verirken “kendimiz mi” karar veriyoruz yoksa bizim dışımızda güçlü ve kapsayıcı bir adaptasyonun gereklerini mi yerine getiriyoruz? Yani biz karar verirken gerçekten kendi irademizle mi karar veriyoruz yoksa bizi aşan, bizim dışımızdaki bir dünyanın gereklerine mi uyuyoruz? Bu sorunun cevabı eğer “Bizim isteklerimiz tabii ki önemli ama bizim neyi niçin istediğimiz bizi yaratan (Tanrı) tarafından belirleniyor ise”, korkmayın! Yaptıklarınızı yapmaya devam edin. Fay hatlarına evler yapın, barajlar yapın, gökdelenler yapın. Bu kararlarınız sizden çok, sizin bu kararlarınızı büyük ölçüde belirleyen o güçlü ve kapsayıcı tanrısal adaptasyonun bir gereğidir. Biz karar veriyoruz sandığınızda aslında bu adaptasyon gücüne uyuyorsunuz demektir. Elbette bu gücün de bir düşündüğü vardır. Eğer cevabınız; “Tabii ki biz karar veriyoruz, kendi irademizle kendi isteklerimizi gerçekleştirmek amacıyla karar veriyoruz” ise, yani kararlarımız gerçekse o zaman kaderimiz bizi belirlediğini düşündüğümüz o tanrısal güç tarafından değil, doğrudan bizim tarafımızdan belirleniyor demektir. Dolayısıyla kararlarımız gerçekse, yani verdiğimiz kararlar bizim toplumsal hiyerarşide nerede olacağımızı belirliyorsa, o zaman karar alırken insanlar arasında söz konusu olan bütün asimetrileri tartışmaya açmamız gerekir. Bu asimetrilerin başında da siyasi karar mekanizmalarını büyük ölçüde belirleyen demokrasinin nasıl çalıştığı gelir. Eğer demokrasi bir yerelin kendi geleceğini belirlemeye ilişkin kaynakların eşit dağılmasını sağlamıyorsa, o yerelin kalkınmada nasıl bir yol izleyeceği, şehirleşme ve konut yapımı gibi meselelerde asıl yetkili olmasını sağlamıyorsa, bütün bu meselelere yalnızca “merkez” karar veriyorsa sonucun bugün yaşadıklarımız olacağı çok açıktır. Dolayısıyla eğer bu topraklarda yaşayan insanlarımızın kararlarının bir kıymet-i harbiyesi olmasını istiyorsanız kararları kendilerinin almasına izin veren yeni bir demokratik sisteme ihtiyacımız var demektir. Sarayda oturup da kendini ve kendi kararlarını neredeyse tanrısal gören bir zihniyetle bu işler olmaz. Olmayacağını da yaşayarak öğreniyoruz. Maalesef büyük maliyetlere katlanarak!