Bu Brighton’ın alametifarikası iskelesidir ama iskeleden başka her amaçla kullanılır. Bir kere, sahilden iskeleye çıkınca sağlı sollu ayaküstü atıştırmalıkçılar olur. Benim için İngiltere’nin her köşesi bir tarafa, Brighton bir tarafa çünkü bu güney şehrinde delikanlılığımın birçok yazını geçirdim. Daha önce de söylemiştim, ben yaz tatillerinde İngiltere’ye gider ya üniversite kampüslerinde ya da aile yanlarında kalır, İngilizcemi geliştirmeye çalışırdım. Tamı tamına onyedi sene olmuş ben Brighton’a gelmeyeli. Bu on yedi sene dünyadaki büyük bir teknolojik dönüşüme de eşlik ettiği için ilgiler, meraklar, hevesler tepeden tırnağa değişti. İngiltere genellikle “değişmemesiyle” ünlüdür ama benim hayallerimdeki pespembe Brighton ile gördüğüm sarı sıcak Brighton arasında pek bir benzerlik yoktu. Mesela, Churchill meydanındaki alışveriş merkezinin içindeki İranlılar artık yoktu, zeytinyağlı tombul yaprak sarmalar da yoktu yani; girişin hemen önünde karavanda satılan ve tadını hâlâ unutamadığım İtalyanların dikdörtgen dilimli pizzası yoktu; hakkını yemeyelim yerine hiç de fena olmayan bir sosislici açılmış, sahile inerken sağda olan disko Event II’nin de adı değişmiş, kimbilir kaçıncı kez değişmiştir, ulaşılamaz yüksek balkonlarda dans seksi kadınları ben ilk kez burada görmüştüm de aklım başımdan gitmişti. On sekiz değildim henüz ama gide gele yerelle bir bağım vardı, bir-iki sefer, bir yolunu bulup kendimi içeri atabilmiştim. Bunun karşısındaki atari salonu da zamana yenilmiş, kapanmış. Yanında kaldığım ailelerden biri, yıllar içinde ismi de tamamen silinmiş hafızamdan, büyük bir otelde başaşçıymış ama işi çok stresli bulduğu için basmış istifayı, ben evlerinde kalırken geri dönüşümcülük yapıyordu. Kotasını aşağı yukarı içtiği birayla kapatan bu adam bir akşam barbekü yapmıştı, hemen her şeyi unuttum ama avokado sosuyla ızgarayı sildiğini söylemesini unutmadım. Gençlik hafızası böyle tuhaf işte, neyi kaydediyor neleri siliyor belli değil. Bir başka gece, birkaç arkadaş sahile geldik, taşların üzerinde oturuyoruz. Elleri meşaleli bir grup siyahlar içinde şarkılar söyleyerek yürümeye başladılar. Avuçlarıma taş doldurduğumu hatırlıyorum, taşlarım bittiğinde gerekirse bir şövalye gibi dövüşecektim. Bugünlerde bizim aklımızda tabii “satanizm” falan var, güya Türkiye’nin her yerinde satanistler falan var, bizim de aklımız ermiyor ama gördüğümüz gerçekliği yorabileceğimiz en yakın bilgi o olduğu için “acaba?” diyoruz, hani olur mu olur, belki bu şeytan sevicilerin yeri Brighton’dır. Bir keresinde de Tunç diye bir arkadaşımla bir bankta beraber otururken biri yanımıza yaklaşıp “birlikte” olup olmadığımızı sormuştu, eşcinsellikle ilk karşılaşmam sanırım bu oldu. Bugüne geçmeden anlatmak istediğim bir şey de Senegalli mi yoksa Jamaikalı olduğunu şimdi asla hatırlayamayacağım bir adam Churchill Meydanı’nda bir pound karşılığında bir dakikalığına sizinle satranç oynuyordu. Eğer mat eder veya zamanla yenerseniz o âna kadarki hasılatı size veriyordu. Düşündüğün anda zamandan yeniliyorsun düşünmeden oynarsan mat ediyor, babası hastaydı galiba, onun için para topladığını söylüyordu, ben de oynamış bir güzel yenilmiştim. Bir de dönerci vardı unutamadığım, adı galiba İbrahim’di. Ara sıra onun dükkânına gider, gece vakti beni kaldığım eve bırakmasını rica ederdim. Deli gibi araba sürerdi, hatta bir keresinde kamera plakasını çekmesin diye nasıl arkadan yaklaşıp kamerayı spreyle boyayıp kapattığını anlatmıştı gururla. O günlerde, Mahsun Kırmızıgül’ün Sarı Sarı albümü yeni çıkmış, adını umarım yanlış hatırlamadığım İbrahim abi de “Mahsun hayranı”, bir akrabası gelirken yanında getirmiş, ne zaman görüşsek sürekli Mahsun çalıyor, dükkânda Mahsun, arabada Mahsun… Böyle böyle ben bir fark ettim ki, Sarı Sarı albümünü ezbere biliyorum! Brighton’da yapılacak en önemli etkinliklerden biri olarak Mahsun Kırmızıgül albümü ezberlemek, c’est la vie! Seneler sonra gelip aynı yollarda eski günleri arayarak yürürken içimde bir plak hiç susmamacasına dönüyor-dönüyor: “Başroldeyim her sahnede, yanımdaki dostlar nerede…” Bu Brighton’ın alametifarikası iskelesidir ama iskeleden başka her amaçla kullanılır. Bir kere, sahilden iskeleye çıkınca sağlı sollu ayaküstü atıştırmalıkçılar olur. Karamelize soğanın bir sosisli sandviç için olmazsa olmaz olduğunu ben o iskelede öğrendim. Sonra, naneli dondurma, ama üstüne ille çikolatalı bir çubuk saplanacak. Devam edince bozuk para atılarak oynanan kumar makineleri ile dolu kapalı bir bölüm gelir. 2 pence ile oynanan bir oyun oynardık saatlerce. Alarmsız olduğunu keşfettim bir gün. Bacağımla vurur, itiştirir, dökülen bozuklukları güvenlik gelmeden alelacele toplar, sonra “bedavaya” ya sosisli ya dondurma. Dönüşte, iki bacakta da birer mor çizgi -birkaç haftalık İngiltere hatırası! Kumarhanenin devamında lunapark vardır ama benim başım bu âletlerle hoş olmadığından ötürü pek tecrübe edemedim. Tabii iskele olan yerde deniz de olacak. Taşlı bir plaj, bir avuç güneş gördü mü bütün Brighton burada. Ritüellerimi yeniden tek tek yapmaya çalıştım, âletlere kaybedeceğimi bile bile yüz tane 2 pence attım, bacağımla vurdum, dondurma yedim, sosisli aldım… Sosisler mi değişmiş yoksa benim bayıldığım o sosisli sandviçler değildi de zamanın o diliminde o sosislileri yemek miydi, meçhul. Büyük heyecanla yaptığım şeyleri şimdi adeta bir görevi ifa edercesine yaptığımı hissettim. İskeleden meydana bütün ara sokaklara girip çıkarak yürüdüm, birbirinden güzel yerlerde birkaç kadeh bira yuvarladım, günün modası Indian Pale Ale, insanlarla lafladım. Nedense “vahsimit” diye okuduğumuz “W&H Smith”in aynı yerde olduğunu görünce çocuk gibi sevindim. Akşamları bu Churchill Meydanı’ndan otobüse binip eve gider, sonra sabahları gene gelir, her fırsatta zamanı burada geçirirdik. Yine öyle yapmaya çalıştım, az bir zamanda, telaşla, pek becerebildiğimi söyleyemeyeceğim. Ama buradaki tarihi yapılar, heykeller yine ilgimi çekmedi, ne olduklarını okumak bile istemedim, Brighton bir “ruh” benim için: gençliğin hovardalığa atılmış ilk adımları, bohem akşamlar, yaz aşkları, kaçak biralar, Mahsun albümü… İskelenin karşısında dünyanın en eskisi olduğunu söylenen bir akvaryum vardır, vatozu ve köpekbalığını ilk defa orada görmüştüm, bu gidişimde girmek istemedim. “i360” dedikleri dev bir direk dikmişler sahile, her yeri camdan genişçe bir şeye binip yükseliyorsun, tepeye geldiğinde arkanda şehr-i Brighton, önün alabildiğine açık deniz, sağda solda güneşin tadını çıkaranlar… Benim aklımsa gördüklerimin çok uzağında. Artık Brighton’ın hiçbir yerinde Mahsun çalmıyor. Bunu kabullenmek istemiyorum; ne Brighton, Mahsunsuz olabilir ne de Mahsun, Brightonsız… Gelin, Brighton’da hep beraber mırıldanalım: “Sen benim gökyüzüm, ben bastığın toprak…”