O günden sonra hayatımda hissettiğim en büyük değişiklik anne ve babamın Alevi olduklarını artık saklamamaları oldu. Acı, özgüvene dönüşmüştü.  Kişisel hikayemde madımağın üç farklı çağrışımı vardır. Bunlardan ikisi neşe, diğeri keder taşır. Aynı zamanda bunlardan birisi doğayı, diğeri kültürü, sonuncusu da devleti imler. BİR HALK YEMEĞİ OLARAK MADIMAK İlki bir halk yemeği olarak madımak. Sivas-Tokat-Yozgat-Samsun çevresinde yetişen madımak, bahar aylarında doğada kendiliğinden yetişebilen ve farklı iklim koşullarına dayanıklı bir ot türüdür. Bu kendi başına yetişebilen ot, kendi kendine yeten üretim tarzını yaşayan insanların vazgeçilmezidir. Bahar aylarında toplanan madımak taze pişirilebildiği gibi, kurutulup veya konserve yapılıp kışlık yiyecek olarak da kullanılabilir. Çocukken bahar aylarında, günün ağırmasından hemen sonra babannemle yazıya çıkıp madımak toplardık. Benim gözlerim daha iyi gördüğü için madımağın yoğun olduğu yerleri keşfeder, babanneme seslenirdim, O da işaretlediğim noktaya gelir, eğilip çakısıyla bu küçücük otları toplayıp heybesinde biriktirirdi. Bu birikim kendisinin ve gurbetteki çocuklarının kışlık yemeği olurdu ki zaten başka türlü bir birikimden haberimiz yoktu. Madımak toplamak benim için sadece madımak toplamak değildi, börtü böceği öğrenmek, diğer bitkileri tanımak ve hepsinden önemlisi babannemin çoğu zaman kendi kendine mırıldandığı menkıbevi sözleri dinlemekti. Turnaya avazını, deveye gözünü veren Ali’yi , taşı yürüten Hünkar Veli’yi bu gezilerde tanıdım. Kitaplardan öğrendiğim Hz. Ali ile bu Ali arasındaki farkı da o zamanlarda düşünmeye başlamış olmalıyım. Kutsalla gerçeğin iç içe geçmişliğini de… Susuzluktan ilk bulduğum çeşmeye abandığım vakit suyu yudum yudum içmeme kızan babannem “Yezit gibi su içme” der ve Kerbela’yı anlatmaya başlardı. Susuz tuttuğu Muharrem orucu zamanında ise babannem doğa üstü güçleri olan biri gibi görünürdü gözüme. Evin büyük odasındaki duvarda asılı Ali’nin Düldül üstünde betimlendiği halıda gözüm yerde madımak olup olmadığını yoklardı. BİR HALK OYUNU OLARAK MADIMAK İlerleyen yaşlarımda madımak bir halk oyunu olarak çıktı karşıma. Sivas’ta 23 Nisan, 19 Mayıs törenlerinde folklor ekiplerinin oynadığı bu oyunun bir de hoş türküsü vardı: eke tüke sakalı Oy madımak evelik yemlik Oy madımak kuşkuşu yemlik Oy madımak evelik, yemlik oy madımak… burada geçen evelik ve yemlik de kendi kendine yetişen yenilebilir otlardandı.  Zaten Madımak oyunu da bu otların çıktığı yerler olan Sivas, Amasya Tokat Samsun yöresinde oynanır. Modernitenin getirdiği doğa-kültür ayrımının aksine doğa ile kültür iç içedir çoğu zaman. Oyunu öğrendikten sonra babannemle yaptığım madımak toplama ritüellerimizde bu türküyü söyleyip seke seke madımak keşfine başlamıştım. Ayak ve el figürlerini çok sevdiğim, düğünlerin ayrılmaz parçası olan bu oyuna Sivas’tan sonraki hayatımda hiç rastlamadım. Zaten o tarihlerden sonra düğünler sokaklardan binalara taşındı. Hayatımızın çoğu aktivitesinde olduğu gibi binalara hapsedildik. BİR YANGIN YERİ OLARAK MADIMAK Lise çağımda ise madımak bir binanın adı oldu, sonra büyük bir yangın yerine dönecek binanın adı. Babam olacakları sezmiş gibi Batı’ya tayinini istemiş ve aile olarak batılılaşma hikayemizi başlatalı bir yıl olmuştu o sıralar. Arkamızda bıraktığımız yangın yerine bakarken babam ne kadar doğru bir karar aldığını düşünüyor, bizleri “kurtarmanın” haklı gururunu yaşıyordu. Ama o binada yangından kıl payı kurtulan halk ozanı kardeşini öğrendiğinde gururu hüzne dönüşmüştü. Büyük halk bilimci Pertev Naili Boratav, Pir Sultan Abdal kitabında ozanın idamının mezbaha yakınlarında bir yer olduğunu anlatır. 400 yıl sonra aynı ozanın taştan başı sokaklarda sürüklenirken ben bu bilgiyi bilmiyordum henüz. Benim için O, Banaz’dan Yıldız Dağı’na oradan göğe yükselmişti. Tıpkı Marquez’in Remedios’u gibi.
Madımak’taki yangının küllerinden doğan kimlik uyanışı, ne kadar Türk ne kadar Müslüman olduğumuzu anlatma çabasıydı. Orta Asya’dan geldiğimiz için öz be öz Türk, Peygamberin torunlarının babasını kutsadığımız için öz be öz Müslümandık.
Batı’dan TV aracılığıyla izlediğimiz görüntülerdeki sokaklar bizim sokaklarımızdı, sokaklardaki öfkeli kalabalık bizim halkımızdı, dumanların arasında kıstırılıp kalmış olan bizim canlarımızdı. Bu görüntüleri maroken koltuklarında izleyen de bizim devletimizdi. Devletimizi o zamanlar sarışın bir iktisatçı kadın yönetiyor ve otel dışında can kaybının olmadığına şükrediyordu. Yangından iki yıl sonra ekonomiyi yangın yerine çevirecek, devletin kadınlaşmış versiyonu olan bu hanım, 30 yıl sonra ülke ekonomisi tekrar yangın yerine döndüğünde yeniden hortlayacaktı. Detaya girmeye gerek yok: Yaktılar… Arkada kalan küllerden doğan ise bir kimlik uyanışı oldu. Mahallede bıratığımız komşularımız, çocukluk arkadaşlarımız birer birer büyük şehirlere göç ettiler. Giderken yanlarına hafızalarını almayı da unutmadılar. Büyük şehirlere gidenler arasında “Kız Bülent” diye çağırdığımız arkadaşım da vardı ve onun yanında götürdüğü kimlik bavulu diğerlerine gore biraz daha kabarıktı ve işi, diğerlerine göre daha zordu. O günden sonra hayatımda hissettiğim en büyük değişiklik anne ve babamın Alevi olduklarını artık saklamamaları oldu. Acı, özgüvene dönüşmüştü.  Hızla küreselleştiğimiz ve finansallaştığımız o günlerde işletme okuma hayali dolu halk çocuklarının okuduğu yatılı okulun kütüphanesinde bulduğum tüm Alevilik kitaplarını okumaya başladım. Kimlik uyanışı kendisini bu tür yayınların ve örgütlerin sayısındaki artışta gösteriyordu. Kütüphane memuru Malatyalı Hüseyin Abi’nin de bu süreçte çok katkısı olduğunu söylemeliyim. Gençlerin kimliğine sahip çıkmasından gurur duyduğu belliydi.
Neden onlar gibi ibadet etmediğimizi soranlara, “ama siz de durmadan isyan çıkarmışsınız” diyenlere açıklama yapmaya çalışırdım. Çoğu Alevinin hayatı bundan farklı değil aslında, hep kendini açıklama çabası, onay görme refleksi galiba...
Fakat bu yangının küllerinden doğan kimlik uyanışı, ne kadar Türk ne kadar Müslüman olduğumuzu anlatma çabasındaydı. Orta Asya’dan kalkıp geldiğimiz için öz be öz Türk, Peygamberin torunlarının babasını kutsadığımız için öz be öz Müslümandık.  Hatta bu kitapların bir kısmına göre Alevilik aslında bilimsel sosyalizmdi. “Siz kimsiniz” diye soran meraklı arkadaşlarıma bu kitaplarda okuduğum şeyleri özetlemeye çalışır, onlara anlatırken kafamda beliren soruları ise cevaplayamazdım. Neden onlar gibi ibadet etmediğimizi soranlara cevaplar yetiştirmeye uğraşır “ama siz de durmadan isyan çıkarmışsınız” diyenlere açıklama yapmaya çalışırdım. Çoğu Alevinin hayatı da bundan farklı değildi aslında; hep birilerine kendini açıklama çabası. Onay görmek istemek her ötekinin refleksi galiba. Bu kendini tanımlama çabasının arkasındaki devlet boyutunu çok sonraları fark ettim. Oysa Ayhan Yalçınkaya’nın dediği gibi Alevilik tanımlanmaz, yaşanır bir şeydi. Devlet, birlik söylemi altında bölerek yönetmenin farklı taktiklerini deniyor,  bir yandan et-tırnak vurgusu yaparken, öte yandan tanımlatarak bölüyor, kimliğini tanıyanları da bölücü ilan ediyordu.
O yıllarda Aleviler yedek işgücü ordusundaki yerlerini alıyorlardı. kentlerde geçim derdiyle geleneksel kurumları ve ritüellerini unutmuş Aleviler hızla neşesini de kaybediyordu. Ve belki de en büyük kayıp buydu.
Sermayenin istediği gibi cirit atmaya başladığı bu yıllarda Aleviler kentlerin emek deposu haline geliyor, yedek işgücü ordusundaki yerlerini alıyorlardı. 12 Eylül faşist darbesiyle yasaklanan sosyalist örgütlerdeki insanlar, Alevi dernek ve vakıflarına  aktarıyorlardı devrimci mücadele deneyimlerini. Henüz içinden bir burjuva sınıfı da çıkaramamış olan Aleviler, sınıf atlamanın yolu olarak kamusal eğitimde çare arıyor, çocuklarını okutmak için çabalıyorlardı. Hayatta kalabilmenin geleneksel yollarını kaybetmiş, artık devlet ve piyasayla başbaşa kalmış, kentlerde geçim derdiyle geleneksel kurumları ve ritüellerini unutmuş Aleviler hızla neşesini de kaybediyordu. Ve belki de en büyük kayıp buydu. KEŞKE HAFIZAMIZI ZORLASAK, NEŞEMİZİ GERİ KAZANSAK… Bugün 2 Temmuz… Yine keder dolu hafızamız harakete geçecek, yine ağıtlar göğe yükselecek.  Keşke o hafızayı biraz zorlasak ve özündeki neşemizi geri kazansak… Kimseye kendimizi ispat etmek zorunda olmadığımızı, onay görmek için neler çektiğimizi anlatmanın gereksizliğini ve eşit yurttaşlar olarak sahip olduğumuz haklarımızı iyi anlasak; daha önemlisi de devraldığımız kandaş toplumun demokratik değerlerinin bilinciyle alternatif bir iktisadi yaşamın mümkün olduğuna inansak. Devletin ve piyasanın dışında bir alternatifimiz olduğunu ve bunun da miras aldığımız demokratik değerlerde fazlasıyla bulunduğunu görsek. Evet geçmişten gözümüzü çekmeden geleceğe bakmak mümkün. Keşke bu 2 Temmuz’da Alevi örgütleri hafızamızdaki bu değerlerin altını çizse, bir kırım daha yaşanmaması için sermayeyi, devleti ve ulusu topyekun aşmanın gerekliliğini vurgulasa kitlelere. Farklı iklim türlerine dayanıklı olmayı öğrenmiş kendi kendine yet(iş)en canların doğayla bağını, dayanışma ve kolektif eylem kapasitesini hatırlatsa. Bu yazıyı yazarken mutfağımda duran madımak kavanozuna ilişiyor gözüm. 90 küsür yaşındaki babannem çocukları için madımak toplamaya devam ediyor hala. O ritüeli yerine getirmediği gün gerçekten öleceğini seziyor olmalı. Belki de ritüellerin neşe ile bir ilgisi olduğu için... Bu kendi kendine yetişen ot, kendi kendine yeten insanları imliyor bana. Babannemle madımak toplamaya bir daha hiç gitmedim, eğer gitseydim bana Kerbela’nın hemen arkasından Madımak’ı anlatacağından hiç şüphem yok. Eğer gitseydim Pir Sultan’ın Yıldız Dağı’ndan bana ve otuz üç cana neşeyle el edeceğinden de eminim. Bütün evren semah döner Aşkından güneşler yanar Aslına ermektir hüner Beş vakitle avunmayız Canan bizim canımızdır Teni bizim tenimizdir Sevgi bizim dinimizdir Başka dine inanmayız Hüdaiyim hüdamız var Dost elinden bademiz var Muhabbeten kalamız var Ölüm ölür biz ölmeyiz… Not: Bu deyişin Hasret Gültekin’in sesinden dinlenilmesi ve ardından neşeyle bir “hû” çekilmesi tavsiye edilir. Canlarımıza değer belki….