İspanya, İtalya, Almanya, Fransa... Bu ülkeler AB'nin lokomotifleri, bunların yönetimlerinin aşırı sağcıların eline geçmesi esasında demokratik kurumları tamamen yıpranmış olan AB için de final müziğinin çalmaya başlaması anlamına geliyor.
İspanya'da gelecek ay yapılması planlanan erken genel seçim perspektifinde Avrupa siyasetinde yeni bir döneme girilmek üzere olduğu görülüyor. Demokrasiyle geçen uzun yılların ardından faşist/otoriter hareketler, kıta siyasal sisteminin kalıcı unsurları hâline gelmeyi başardı. İş öyle noktalara vardı ki Portekiz gibi neredeyse hiç göç almayan ülkelerin politik alanları dahi faşist hareketlerin etkisine maruz kalıyor. Bu dalganın en son kurbanın ise İspanya olacağı anlaşılıyor.
Bu bağlamda, sol siyaset unsurlarının "sosyalist dip dalga geliyor" romantizmini bir tarafa bırakıp "faşist dip dalga geliyor" söylemi üzerinde yoğunlaşmaları ve buna yönelik politikalar geliştirmeleri çok daha iyi olurdu diye düşünüyorum ama Avrupa solu yattığı kış uykusundan bir türlü uyanmak bilmiyor. Öte yandan, neo-faşist Donald Trump'ın aday olup yeniden ABD başkanlığını kazanması durumunda aslında herkesin farkında olduğu ancak görmezden geldiği faşist dip dalganın nasıl devasa bir tsunamiye dönüştüğüne hep birlikte şahit olacağız.
Bunun yanı sıra gelecek yıl yapılması planlanan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri de var. Kıtanın namlı Neonazileri Macaristan Başbakanı Viktor Orban ile İtalya Başbakanı Giorgia Meloni şimdiden ülke ülke gezerek değişmez faşist yancısı muhafazakârlarla AP seçimlerine ilişkin iş birliği ve ortaklaşma imkânlarını araştırıyor. Siyaset uzmanları, bu bağlamda İspanya'da yapılacak seçimlerin, bir bütün olarak Avrupa üzerinde önemli etkileri olacağını ifade ediyorlar. Avrupa politikasında yükselen ideolojik seksiyonun neo-faşizm olduğu gerçeğinden hareketle yeni AP'nin nasıl şekilleneceğini az ya da çok tahmin edilebilir sanıyorum. Bu süreçte Avrupa'da bazı ülkelerin faşizmin karanlık sularına yelken açmasına çok da şaşırmayız doğrusu.
Öte yandan, İspanyolların ezici çoğunluğu, Neonazi partisi Vox’u iktidarda görmek istemiyor ancak aşırı sağın kıtanın diğer ülkelerinde güçlü bir ivme yakalamış olması İspanya'nın da bu gerçekle yüzleşmesi ihtimalini güçlendiriyor. AB içerisinde İtalya, İsveç, Macaristan, Finlandiya, Polonya, Çekya ve Slovenya faşist partilerin siyasal sistemi parsellediği ülkeler arasında yer alıyor. AB yetkilileri ise Brüksel'den umutsuzca "demokrasiyi koruyalım" mesajları vermeye devam ediyorlar.
Gel gelelim, o meşhur İskandinav demokrasisinin dahi yerinde yeller esiyor şu aralar. Buradan hareketle göç karşıtı tutumu körüklemeyi, kültür savaşları başlatmayı ve kadınlar ile azınlıkların haklarını tırpanlamayı amaçlayan faşist partilerin varlığının geçici bir sorun olmadığı ya da Avrupa ülkelerinde yaşayan göçmenlerin sırf kendilerini teselli etmek için kullandıkları "dönem dönem moda oluyor bu tip şeyler" ifadesinin güncel durumu karşılamadığı ortada.
Diğer yandan tam da bu noktada neo-faşistlerin siyasal sistemlere entegre edilerek eritilmesi seçeneği de yoğun bir şekilde konuşuluyor Avrupa kamuoyunda. Bu bile bize neo-faşistlerin artık Avrupa siyasal sisteminde yerleşik olduklarını ve faşizmin yeniden bir yönetim şekli olarak siyasi ajandalarda yerini aldığını gösteriyor. Bu bağlamda, "bırakın faşistler iktidara gelsinler. Sistem onları orada eritir" tezini savunan cephe genişliyor.
İtalya'da Neonazi Giorgia Meloni'ye iktidarı hiç direnmeden bırakanların da bu kanıda oldukları ifade ediliyor ama faşistlerin iktidarı ele geçirdikleri ülkelerin hızlıca demokrasi kulvarını terk ettiğini görüyoruz. Bakın Meloni, iktidarının daha birinci yılı dolmadan "İtalyan usulü güçlü başkanlık sistemi"nden falan bahsetmeye, monarşi idealini pompalamaya başladı bile.
Buradan yola çıkarak, faşistlerin Avrupa'daki siyasal sistemlerin belirleyici bir unsuru hâline geldiğini rahat bir şekilde söyleyebiliriz. Direkt iktidarda olmasalar da İsveç'te olduğu gibi azınlık hükümetlerine destek vererek, siyasi iklimi şekillendiriyorlar. Örneğin, hükümetin, azınlıklara ve mültecilere daha sert tutum takınmasını sağlıyorlar, nefret söylemiyle yerleşik kültüre ait insanları, ülkede birlikte yaşadıkları diğer etnik gruplardan izole etmeye çalışıyorlar vs... Klasik faşist uygulamalar yani. Bir süredir "biz soy sop ırkçılığı yapmıyoruz ama farklı kültürlerin bir arada yaşaması doğru değil. Birbirlerini zehirliyorlar" falan diye zırvalıyorlar.
Hatta zamanında Hollanda'da bakanlık yapmış bir zat, bu kültür ırkçılığını legalize etmeye çalışırken, "Kafanızı kaldırın gökyüzüne bakın. Kuşlar bile kendi türlerinden olanlarla uçuyor" falan diye saçmalamıştı. Güya bu şekilde kendilerini 1930'lu, 40'lı yılların ırkçı faşistlerinden farklı göstermeye çalışıyorlar.
O zaman İspanya'daki Valencia-Real Madrid maçında tüm stadyumun koro hâlinde Real Madrid'in siyahi bir futbolcusuna "maymun" diye bağırmasını nereye koyacağız ya da Almanların, esmer tenli ya da siyahi bir göçmene "Kanacke" diye hakaret etmelerini? Irkçı saldırı fenomeninin kültürel anlayışlara göre şekillendiğini iddia etmek çarpıtmadan başka bir şey değildir. Olan biten bildiğiniz olanca çıplaklığıyla soy-sop ırkçılığıdır, o kadar.
Avrupa siyasetinin içinde bulunduğu bu tabloda İspanya'da yapılacak seçimler daha da önemli hâle geldi. 28 Mayıs'ta yapılan yerel seçimler, 2018'den beri iktidarda olan sol cephe için ciddi bir başarısızlıkla sonuçlandı.
Avrupa siyasetinin içinde bulunduğu bu tabloda İspanya'da yapılacak seçimler daha da önemli hâle geldi. 28 Mayıs'ta yapılan yerel seçimler, 2018'den beri iktidarda olan sol cephe için ciddi bir başarısızlıkla sonuçlandı. Neonaziler ve geleneksel yancıları muhafazakârlar seçimden zaferle çıktı. Sosyalist Başbakan Pedro Sanchez, seçim sonuçlarının belli olmasının hemen ardından 23 Temmuz'da erken genel seçim yapılacağını ilan etti. İspanya medyası ve kamuoyu, erken genel seçimden de muhafazakârlar ile neo-faşist Vox'un zaferle çıkmasını bekliyor. İspanya'da muhafazakârlar ile neo-faşistlerin birlikte oluşturacakları ya da neo-faşistlerin dışarıdan desteğine muhtaç olacak bir azınlık hükümet seçeneği, Avrupa genelinde neo-faşizme doğru ivmelenen siyaset zeminini tahkim edecektir. Tıpkı Finlandiya, İsveç ve İtalya örneklerinde olduğu gibi.
"Dipten sol dalga geliyor" diye sevinen ülkemizdeki sol cenahın da küresel siyaseti okumada eksikleri olduğu anlaşılıyor. Aslında bu küresel siyaseti okuyamama ya da anlayamama durumu ülke geneline içkin bir rahatsızlık. Örneğin, siyasal İslamcı AKP tarafından yönetilen Türkiye'nin ta Amerika kıtasından başlayıp, İspanya, Fransa, Polonya, Macaristan, Çekya, Finlandiya, İsveç ve daha birçok irili ufaklı ülke ile devam eden, aşırı sağcıların etkili olduğu yönetimler silsilesinin bir parçası olduğunu tespit etmek gerekiyor.
Bunun üzerine bir de iç politikanın günlük hayatı gasp etmesi meselesi eklenince insanlar başlarını kaldırıp, "dışarıda ne oluyor" diye bakmaya zaman bulamıyor. Dışarıda olan bitenin de salt Türkiye ile ilgili olan kısımları ilgilendiriyor vatandaşları maalesef. Hâl böyle olunca yeniden şekillenen küresel politik alanının yeni dinamiklerine yönelik olarak bir aksiyon alınması gecikiyor.
Almanlar gelecek seçimde -anketler doğru çıkarsa- Neonazi partisini ülkenin en büyük ikinci siyasi oluşumu yapmaya hazırlanıyor. Olabilir. Bakın İtalya'ya... Açık açık faşist katil Mussolini'ye övgüler dizen bir Neonazi kadına ülkeyi teslim ettiler.
FAŞİZMİN KARANLIK SULARINDA...
Almanya'da da durum farklı değil. Almanya parlamentosunda ana muhalefet koltuklarını işgal eden Neonazi partisi Almanya için Alternatif'in (AfD) son anketlerde yüzde 20 ile tüm zamanların en yüksek oy seviyesine ulaştığı görülüyor. Asıl ilginç olan şey ise koalisyonun lider partisi konumunda olan, bir önceki seçimin galibi Almanya Sosyal Demokrat Partisi'nin (SPD), oy oranlarında yıkım yaşayarak anketlere göre yüzde 19'da kalması... AfD'nin yakaladığı bu oy oranı, bir yıl önceki anketlere göre yüzde 10 daha fazla. Felaket... Ülkeye hiçbir pozitif katkısı olmayan, sorunlara yönelik hiçbir proje sunmayan bir partinin oyunun yüzde 20'yi yakalamış olması oldukça düşündürücü. Sadece nefret kusarak oturdukları yerden oy oranlarını yükseltiyorlar.
Bu partiye oy vereceğini ifade edenlerin yüzde 63'ü "göçmen politikasını beğenmediklerini" dile getiriyor. AfD'li politikacılar da bunun farkında oldukları için sabahtan akşama kadar göçmenlere yönelik toplumsal nefreti köpürten açıklamalar yapıyorlar. Açın bakın web sitelerine baştan aşağıya konu göçmenler.
Yeni anketler AfD'nin özellikle doğu Almanya'da sandıkları patlatacağını gösteriyor. Doğu Almanya eyaletlerinde partinin oy oranı yüzde 32'ye kadar tırmanmış durumda. En yakın takipçisi Hristiyan demokratlar ise yüzde 20 civarında oy alıyor. Bir zamanlar bölgenin en önemli siyasi hareketlerinden biri olan Sol Parti (Die Linke) ise sadece yüzde 7 civarında bir oy alabiliyor doğu Almanya'da. Durum böyle.
Almanlar gelecek seçimde -anketler doğru çıkarsa- Neonazi partisini ülkenin en büyük ikinci siyasi oluşumu yapmaya hazırlanıyor. Olabilir. Bakın İtalya'ya... Açık açık faşist katil Mussolini'ye övgüler dizen bir Neonazi kadına ülkeyi teslim ettiler. Bu, İtalyanların 2. Dünya Savaşı'nda insanlığa yaşattıklarından ötürü duydukları utancın artık anılarda kaldığını gösteriyor. Almanlar için de durum böyle. Ülkedeki şu politik iklimde küresel katil Hitler'in siyasi varislerinin partisi olan AfD'nin iktidar ortağı olması çok da şaşırtıcı olmaz doğrusu.
Çünkü birçok Alman'ın artık 2. Dünya Savaşı'ndaki katliamlara ilişkin olarak, "Bana ne! Ben mi yaptım" diye düşündüğünü biliyoruz. Almanya'daki önümüzdeki genel seçimde birinci parti muhtemelen Hristiyan demokratlar yani muhafazakârlar olacak. Tabanları zaten iç içe geçmiş bu iki partinin iktidar nikâhı kıymalarının önünde hiçbir engel yok aslında.
Zaten uzun zamandır birbirlerine sevdalı sevdalı uzaktan bakıyorlar. Naziler güçlendiği andan itibaren yaşanabileceklerin hiçbiri sürpriz olmayacak. 1930'lu, 1940'lı yıllardan insanlık, bu vahşilerin yönetim tarzına aşina zaten. Almanların ülkece vahşileştiklerinde/faşistleştiklerinde nasıl bir soykırım makinesine dönüştükleri herkesçe biliniyor.
Öte yandan, Almanya'daki göçmenlerin yaşadıkları güneşli günlerin de sonuna gelindiğinin işaret fişeği gibi AfD'nin bu yükselişi. Yani siyasal İslamcı gurbetçiler için sokaklarda davullu zurnalı, mehterli seçim kutlamalarının yapılmasının artık bir hayli zorlaşacağını söyleyebiliriz. Sorun şu ki Avrupa genelinde sağ ile aşırı sağ arasındaki sınır giderek görünmez hâle geliyor.
AB ekseninde şekillenen "birleşik Avrupa" idealine karşı sert tutum sergileyen aşırı sağın, son zamanlarda bu tutumunu terk ederek, siyasetin merkezine doğru yöneldiğini görüyoruz. Bu ivmelenme doğal olarak zaten merkezde bulunan muhafazakârlar ile ortak zemini paylaşma imkânı sunuyor ki bu da iki siyasi akım arasındaki sınırların erimesine ya da diğer bir deyişle görünmez hâle gelmesine neden oluyor.
Geleneksel faşist yancısı muhafazakârlar ile orijinal faşistlerin birlikteliğinde, muhafazakârların belli belirsiz, zayıf ideolojilerinin sert ve kararlı faşist ideoloji karşında direnme imkânı olmayacaktır. Bu karşılaşma, faşist cephenin daha da büyümesine olanak sağlayacaktır.
Kısacası; İspanya, İtalya, Almanya, Fransa... Bu ülkeler AB'nin lokomotifleri, bunların yönetimlerinin aşırı sağcıların eline geçmesi esasında demokratik kurumları tamamen yıpranmış olan AB için de final müziğinin çalmaya başlaması anlamına geliyor.