Türkiye’de modernleşme sürecinin önemli bir alt başlığı olarak tasarlanan/işlev gören kentleşme olgusu bugün hem modernleşmenin hem de kentleşmenin bilinen, kabul gören pratiklerinden çok uzak bir yapılanmaya dönmüştür. Kentleşme medeniliğin bir göstergesiydi ve inşa edilen yeni toplumsal, ideolojik ve sosyal formasyon köylülerin yeni bir dünyaya adaptasyonu anlamını taşımaktaydı. Her türlü olumsuzluğun üretildiği köylerden, kırsaldan, taşradan gelen insanlar kentlerde bütün bu “olumsuzluklardan” kurtulma, arınma süreci içine giriyor ve adeta yeni bir insan üretiliyordu. Bizim modernleşme serüvenimize bakıldığında başlı başına bir çağdaşlık göstergesi olan kent özellikle Cumhuriyet Devrimi ile birlikte Avrupa benzeri bir planlı yapılanma sürecine sokulmuştur. Cumhuriyet kenti yalnızca bir mekan olarak tasarlamamış, dönüştürmemiş aynı zamanda kenti yeni tip insanın yetiştirildiği bir alan olarak ele almıştır. Bütün bu süreçler elbette ki planlandığı gibi gitmemiştir. Çünkü daha cumhuriyet döneminden başlayarak kenti rant odaklı gören anlayış sonraki süreçlerde modernleşmenin krizi, ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler ile çözülen kır-kent diyalektiği ve bütün bunların sonucunda sürekli göç almaya başlayan kentler bütün olumsuzlukları, plansızlıkları eş zamanlı yaşamaya başlamışlardır. Çok partili yaşam kentlerdeki rantsal dönüşümün önünü iyice açarak özellikle İstanbul’un tarihsel, kültürel dokusunu yok etmeye başlamıştır. Demokrat Parti ile başlayan bu süreç aslında Türkiye’de sağın, milliyetçilerin, muhafazakarların siyasetinin bütün unsurlarının çok açık bir biçimde görüldüğü alanlar olmuşlardır. Bir siyasi partinin nasıl bir anlayışla kendi siyasetini kotardığını, yönettiği kente bakarak anlayabiliriz. Demokrat Parti’den AKP’ye uzanan kent yönetim süreci aynı zamanda kentin bir bütün olarak kent kimliğinden kopartılarak taşraya dönüştürülmesi sürecidir. Bunun karşısında sol/sosyal demokrat belediyeciliğin insan ve kent barışını esas alan yaklaşımı daha çok ses getirmiş ve belediye başkanlarının toplumcu, halkçı kimliği devlet/düzen için tehdit unsuru halini almıştır. 12 Eylül’ün kent yönetimlerini Anavatan Partisi’ne bırakmasıyla rant üretme süreci devam etmiş, 1989’daki SHP’nin başarısı bir ara fasıl olarak kalmıştır. Çünkü SHP meydan okuyarak aldığı kentleri aynı ANAP gibi yönetmeye başlamış ve yeni meydan okumayı gerçekleştiren Refah Partisi yerelde iktidar olmuştur. Düzenin bütün mağdurlarının, yoksullarının, emekçilerinin, işsizlerinin yaşadığı mekan olan kentler, o düzene meydan okuyan siyasetin yanında yer alarak başka bir siyasi anlayışı yönetime taşımıştır. Refah Partisi’nden AKP’ye uzanan süreçte bu meydan okuma yerini kentin rantlarının bölüşüm sürecine bırakmış ve artık kentler tümüyle kenti kent yapan özelliklerini yitirmeye başlamıştır. Bugün AKP’nin, kent mağdurlarını esas alan politikaları yeterli gelmemekte ve kentsel öfke giderek birikmektedir. Diğer yandan kentlerin betona kurban edilmesi onun bütün çekiciliğini ortadan kaldırmış ve bu alanda da ciddi bir öfke oluşmuştur. Bütün bu tarihsel analizin bize öğrettiği şudur, Türkiye kentleri ancak kent düzenine, rant düzenine meydan okuyan anlayışlara geçit vermektedir. O nedenle CHP'NİN YENİ BİR KENT DÜZENİ İÇİN BÜYÜK BİR MEYDAN OKUMAYI yapmadan başarılı olması söz konusu olmayacaktır. Bugün kentler tarihimizin en büyük mağduriyetlerinin yaşandığı alanlardır. Bu mağduriyetleri giderecek politik bir meydan okuma çok büyük bir başarı sağlayacaktır. O nedenle CHP için aslolan sadece adayları belirlemek değil, AKP’nin kurduğu düzene meydan okuyacak, kentteki yoksul kitleleri kent rantından eşit olarak faydalandıracak ve kentleri yeniden kent kimliğinin kazanmasını sağlayacak bir anlayışla hareket etmesini sağlamak olmalıdır…