Son günlerde siyasal partiler ve ittifaklardaki  açıklamalar, eleştiriler ve suçlamalar, bireysel siyasi çıkışlar olarak görülmemelidir. Özellikle iktidar kanadında Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, Bülent Arınç, İhsan Arslan’ın yaptıkları açıklamalar ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “hukuk ve demokrasi reformu” çıkışı yeni bir siyasal durumun başında olduğumuzu ifade ediyor. Öncelikle temel bir tespit olarak şunu hep dile getirdim, Türkiye için erken seçim kaçınılmazdır. Bu durum ise siyasal partilerin plan, proje ve oyun kurgularından bağımsızdır. Çünkü mesele Türkiye’nin kendisidir ve Türkiye’nin 2023’e kadar dayanacak gücü, birikimi söz konusu değildir. Yani siyasal partiler bekleyebilir; ama Türkiye toplumunun 2023’ü bekleyecek birikimi ve enerjisi mevcut değildir. Bunu görmeyen siyasal parti ve aktörlerin ise başarı şansı yoktur.  Ne iktidar seçimden kaçabilir ne de muhalefet seçimi istememezlik formunda kalabilir. Ekonomik kriz ve pandemiyle ağırlaşan tablo, ABD’de Biden’ın seçilmesi, AB’nin yaptırım tehdidi ile her alanda ortaya çıkan diplomatik sıkışmışlık, otoriterleşen bir rejim ve nihayetinde 18 yıldır vaat ettiği düzeni (yolsuzluktan, yoksulluktan, yasaklardan arınmış bir ülke) kuramayan bir parti. Buna ülkenin tarihselleşen sorunlarını da kattığımızda; yani ekonomik tercihlerinden Kürt Sorununa, komşularla ilişkilerden bölüşüm ilişkilerine aslında her alanda çözümün değil, krizin derinleşmesiyle yeni bir yön arayışını mecburi gören bir ülkede seçim kaçınılmazdır. Bütün bu sorunlara çözüm üreteceği iddia edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin çözüm üretmek bir yana tabloyu daha da ağırlaştırması bir taraftan geniş toplum kesimlerini sisteme karşı örgütlerken diğer yandan muhalefetin önümüzdeki seçimi yeniden bir referandum atmosferine sokmasına sebebiyet verecektir. Dolayısıyla AK Parti durumun giderek ağırlaştığını görmektedir. Daha da vahimi kimsenin durumun düzeleceğine; ya da AK Parti’nin ülkeyi düze çıkaracağına dair umudu kalmamıştır. Bu koşullar altında Cumhurbaşkanı ülkeye “acı ilacı” içmeyi vaat etmektedir. İktidarın yaşadığı/yaşattığı israf ortadayken bu acı reçetenin hiçbir ajitasyonla halka kabul ettirilemeyeceği ise gayet açıktır. Bütün bu muhasebe sonunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan mevcut durum ve ortaklıklarla seçimi kazanmasının çok ama çok zorlaştığını ve de zamanın aleyhine işlediğini görmektedir. Millet İttifakı bileşenlerine dönük tartışmalar, eleştiriler, suçlamalar istenileni vermedi. CHP’nin ve İyi Parti’nin giderek yükselen muhalefeti, Saadet Partisi’nin iktidar blokuna dahil olmaması, Deva ve Gelecek Partilerinin eleştirilerinin AK Parti içinde ve dışında bulduğu karşılık, HDP’nin bütün operasyonlara rağmen oyunun kemikleşmesi; AK Parti ve MHP bloku karşısında son derece dirençli bir muhalefet bileşimini ortaya çıkarırken zorunlu bir arayışı da Cumhur İttifakı nezdinde gündeme getirmektedir. Siyasal pragmatizmini her fırsatta gördüğümüz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisine katkısı olmadığını düşündüğü damadı ve de Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın istifasını kabul etmesi bunun son örneği. Cumhurbaşkanı Erdoğan ittifak kurma ve dağıtma ustasıdır.  Merkez sağdan merkez sola, Kürtlerden liberallere, sosyalistlerden Cemaate (sonra FETÖ) kadar çok sayıda kişi, kurum ve partiyle yol yürüdü. Dolayısıyla MHP ile devam edip etmemesi tümüyle bir siyasal fayda üzerine kuruludur. Yani kimse burada etik-politik bir doğrultu tutarlılığı beklememelidir. Dolayısıyla ne Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ne de Cumhur İttifakı vazgeçilmez değildir. Kuşkusuz MHP lideri Devlet Bahçeli’nin iyi bir oyun kurucu olduğunu, siyasal süreçleri belirlemede oldukça yetkin bir siyasetçi olduğunu da unutmamak gerekir. Adalet Bakanı’nın çıkışı, Bülent Arınç ve İhsan Arslan’ın açıklamaları salt kamuoyunu yoklamak amaçlı değildir. AK Parti nefes alıp, kendisine siyasi alan açma derdindedir. Türkiye’de siyasetin alışılagelen pratiği gereği, bir adım geri iki adım ileri düsturunca, bu açıklamalar öncelikle sert bir biçimde reddedilir, sahiplenilmez. Ancak siyaset ırmağının nereye aktığını herkes görmektedir. İktidara mahkum bir parti olan AK Parti’nin hem kendisinin içinde bulunduğu açmaz, kriz ve yorgunluk hem ülkenin içine girdiği distopik atmosfer süreçleri hızlandıracaktır. Bazen siyaseti sadece aktörler ve onların niyetleri üzerinden değil; toplumsal dinamiklerin işleyiş yasalarına ve gelişim doğrultularına bakarak anlamlandırmak gerekmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin toplumsal dinamikleri ve gelişim doğrultusu yeni bir siyaseti talep etmektedir.  Bunu bütün manasıyla karşılayan aktör/parti/ittifak ülkenin gidişatına yön verecektir. Dolayısıyla mesele toplumsal ve siyasal enerjinin aktığı yönü bilmek ve o çerçevede kendi eylem ve de söylemini inşa etmektir. Bu denli ağır, tarihsel ve kronik sorunları olan bir ülkenin başka bir arayış içinde olması olağandır. AK Parti’nin başarısı, bu arayışı canlı tutan; ama tümüyle cevaplayamayan tarzıydı. Ancak artık ülke ve toplum yoruldu. Bu noktadan sonra hiçbir vaat, söylem bir karşılık bulmayacaktır. Rakiplere yönelik kurgular işe yaramayacaktır. Gündemi rakipler üzerine kurmak ters tepecektir. Nihayetinde bir değişim kaçınılmazdır. Zizek’in ifadesiyle değişmeyen ölür. Türkiye bir çözülme ve inşa sürecini eş zamanlı yaşamaktadır. Çözülmenin maliyetinin aktörler ve ülkeye maliyeti kestirilebilir ancak yeniyi inşa etmenin kaçınılmazlığı ve de zorunluluğunun maliyeti kestirilemez. Türkiye yönünü aramaya devam ediyor nihayetinde…