Bugün ana muhalefet cephesinde 1989’a benzer bir sürecin yaşanacağına dair iyimser hava giderek egemen olmaktadır. 1989 yılında yapılan yerel seçimlerde SHP, Bursa ve Konya dışındaki büyükşehirleri kazanmış ve seçimlerde % 28.71 oy oranıyla birinci parti olmuştu. SHP’nin bu başarısı bir taraftan kendi örgütsel dinamizminden, diğer yandan ANAP’ın ekonomik alandaki başarısızlıkları ve çözülen toplumsal yapıda ortaya çıkan arayıştan kaynaklanmaktaydı. Her ne kadar bugün akılda sadece SHP’nin kampanyası kalmış olsa da hiçbir zaman bir kampanya bir partiyi ekonomik, siyasal, toplumsal ve ideolojik süreçlerin kesişimi dışında iktidara taşıyamaz. Seçim kampanyaları bütün bu süreçleri en iyi şekilde formüle ederek halka anlatır ve diğer yandan bir vaat/umut/heyecanla halkın yönelimini sağlar. Dolayısıyla 1989’daki başarı bir ölçüde konjonktüreldi ve SHP bunun değerini yeterince anlamadı. Temelde 1989’daki başarı aslında solun sisteme bir meydan okumasıydı. 12 Eylül faşizmi ve ANAP’ın neoliberal politikaları geniş halk kesimlerinde çok ciddi bir arayışa neden olmuş ve dönemin SHP’si bu arayışı kendisine kanalize etmeyi başarmıştı. Türkiye’de bütün kırılmaların olduğu seçim dönemlerine bakıldığında her zaman düzene meydan okuyan partilerin çok ciddi bir biçimde yükseliş gösterdiğini, kazandığını ve yerelde/genelde iktidar olduğunu görürsünüz. 1950 yılındaki Demokrat Parti’nin çıkışı, 1970’lerdeki Ecevit Rüzgarı, 1989’daki SHP başarısı, 1994’teki Refah Partisi’nin çıkışı ile 2002’deki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin meydan okuyuşu iktidarı getirmiştir. Demek ki formül iktidar olmakta değil, mevcut düzene meydan okumaktan geçmektedir. Bugün de AK Parti iktidarının mevcut düzenle bütünleştiği, düzenin bir parçası olmaktan öte o düzenin üreticisi ve sürdürücüsü olduğu gerçeğinden hareketle; yaşanan ekonomik, siyasal, toplumsal, cinsiyet eşitsizliklerin yarattığı ağır tablo karşısında SHP’nin 1989’daki gibi bir meydan okumasının koşulları vardır. Ama meydan okumanın temel ölçütü kendi tarihsel ideolojik ve politik kaynaklarından beslenerek, geleceğe ilişkin sağlam bir mega-politik projeksiyon çizmekten geçmektedir. Şu halde CHP için aslolan milyonlarca insanın mağdur, yoksun, yoksul bırakıldığı bu kent düzenine karşı yeni bir kent anlayışını halka en iyi biçimde anlatmaktan geçmektedir. Yani bu kent düzenine karşı sağlam, tutarlı ve politik bir çıkış yapmadan bir başarı elde etmek mümkün değildir. Normal zamanlarda meseleyi sadece kampanyaya ya da adaya indirgemek bir ölçüde anlaşılabilir. Ancak ülke tarihinin her açıdan en olağanüstü dönemini yaşamaktayız. Böylesi bir dönemde aday+kampanya ile seçimi kazanmak olası değildir. Çünkü bu tür dönemlerde halk genel anlatıya, nasıl bir düzen vaat edildiğine bakar. Bu gerçeklik yerine bir adaydan bir kenti almasını beklemek, her türlü beklentiyi bir adayla karşılayacağını düşünmek seçim süreçlerini çok iyi analiz etmemek anlamına gelmektedir. Ayrıca mesele sadece kazanmak da değildir, kiminle kazandığınız ve sonrasında nasıl bir kent siyaseti inşa edeceğinizle de ilgilidir. Bu tür süreçlerde işin kolayına kaçıp popüler adaylar bulmanın hiçbir getirisi bulunmamaktadır. Bedrettin Dalan karşısında aday olan Nurettin Sözen çok popüler bir siyasi figür değildi. Ya da 1994 İstanbul seçimlerinde hepsi popüler olan adaylar değil en az tanınan Recep Tayyip Erdoğan seçimi kazanmıştı. Çünkü Erdoğan'ın diğer adaylardan en büyük farkı düzene meydan okuyan tavrıydı. Aynı doğrultuda gidecek olursak mesele adayın popülerliği değil, mesele kitlelerin taleplerinin nasıl popülize edileceğidir. Evet bir tür sol popülizmden bahsediyoruz. Bu kavramın ya da bu kavramsal alanın tümüyle sağ siyasete bırakılması doğru değildir. Bugünün koşullarında kitlesel etkileşimi arttırmak, yeni bir tür hegemonya girişiminde bulunmak ve geniş halk kitlelerini amaç-heyecan ekseninde buluşturmak için sol popülist bir siyaset zorunludur. Popülizme yüklenen negatif anlam bir zamanlar ideoloji kelimesine de yükleniyordu. Ancak mücadeleler içinde ideoloji çok farklı bir içeriğe ve pratiğe kavuştu. Bugün için de popülizmin benzer bir serencamının olduğunu ileri sürebiliriz. En nihayetinde seçime, propagandaya, kampanyaya, adaya indirgenmeyen ama bunları da içeren popülist bir meydan okuma yeni bir kitlesel silkinişi yaratacaktır. Ondan sonra kazanmak sadece bir teferruat olarak kalacaktır. Çünkü aslolan kazanmak değil düzeni değiştirmektir.