AKP’nin kısa sürede ANAP’laşabileceğine dair yorumlar güçlendi, ben de buna katılıyorum. Erdoğan’ın o sürekli tekrarlanan karizması ikinci İstanbul Belediye Başkanlığı seçiminde çıkan farkla çizilmişti. Bu seçimi kaybettikten sonra geride bir şey kalacağını sanmıyorum.
Büyük bir dönüşümün ortasındaki toplumda siyaset nasıl yapılacak? Kardeşim tam bir bilgisayar canavarı, üç söylediğinin ikisine kafam basmıyor hiç. Alabildiğine apolitik, hiçbir ideoloji umuru değil. On sene öncesine kadar en büyük zevklerimden biri olan gazete okumak için bayiye gitmeyi bıraktım, twitter kullanıyorum.
Son yıllarda yaşam tarzını tehdit altında gördüğü için politikleşen annem akşam haberlerini kaçırmaz. Tartışma programları senelerdir kaçırmadan izleyen anneannemse ekranlardaki niteliksizleşme sonucu güç bela Youtube’dan video izlemeyi öğrendi. Sosyal medyası yok. Anneannemin abisi büyük dayımın ise televizyon ve basılı gazete haricinde haber alma imkânı yok.
Burada saydığım herkes seçmen ve sandığa gidip oy kullanacak. Siyaset bu insanların her birine nasıl ulaşacak?
Popülizmin dünyayı kasıp kavurmasının altındaki sebeplerden birinin de bu “ulaşım kolaylığı” olduğu düşünüyorum. En nihayetinde “siyaset” de hizmetler kaleminde bir üründür, talebi ne kadar iyi olursa arzı da o ölçüde iyi olur. Popülist liderler, topluma “sanal” bir hikâye arz ettiklerinde büyük bir taleple karşılaştıklarını gördüler. Macaristan’dan Hindistan’a, Fransa’dan Amerika’ya uzanan bir yelpazede pıtrak gibi popülistlerin kazanmasının ardında yatan sebebin üstüne düşünmek zorundayız.
Popülizm, bir siyaset yapma tarzı olduğu için ütopyası falan da yok. Yani, bir komünistin ulaşmak istediği nihai bir hedefi vardır ama popülistinki iktidarını devam ettirmekten başka bir şey değildir. Popülizmden anladıkları da insanların övülmeyecek özelliklerini övmekle başlamaktır. Avrupa’yı kasıp kavuran, Le Pen’in beş oyun ikisini almasını sağlayan “sığınmacı düşmanlığını” düşünelim.
Gerçekte böyle bir “sorun” olup olmadığını tartışabiliriz ama Zidane’ın Fransa Milli Takımı’nda oynamasından rahatsız olmayan pek çok insan bu arza karşılık verdi. Oysa, bu hareketin kurucularından Pierre Poujade vergi almayacağını söyleyerek tarihe geçen popülist politikacılardan biri olmuştu.
Bugün, sanal kavramlar üstünden yapılan popülizmin yer yer hakikati geçtiğini görüyoruz. Cem Uzan’ın 2002’deki meşhur “mazot 1 lira olacak” kampanyası ile Ümit Özdağ’ın “13 milyon sığınmacı yüzünden domatesi pahalıya alıyorsunuz” kampanyasını birlikte düşününce aradaki farkın daha iyi gözlenebileceğini düşünüyorum.
POPÜLİST LİDER VE MİLLET
Sosyalistlerin cicili laflarını boş verirsek, şu sisteme temsili demokrasi diyoruz. Milyonlarca insanın söyleyeceği bir söz var ama bunların hepsinin söylenmesi ve dinlenmesi imkânsız. O zaman birilerine vekalet vereceğiz ve o insanlar bizim istek ve taleplerimizi dile getirecekler. Temsili demokraside “iyi hatiptir,” denen insanların siyasette yükselmesi kaçınılmazdır. Evet, iyi hatipler siyasette yükselecekse bu “iyilik” hitabette olduğu kadar neyin söyleneceğinde de kendini gösterir.
Temsil ettiğiniz kitlenin istediklerini söylemek kadar onlara da duymak istediklerini söyleyeceksiniz. Zamanla, eğer muvaffak olursanız, temsiliyet tül perde iyice flulaşacak. Siz onların temsilcisi ya da sözcüsü değil, doğrudan ruhu olacaksınız -tülü kornişten çıkarıp “milletçe” giyeceksiniz.
Böylece, siz artık milletin bir parçası değil, milletin kendisi olacaksınız. Bunun en güzel örneğini sanırım futbolda bulabiliriz. Aziz Yıldırım, bir konuşmasında “ben Fenerbahçeli değilim,” demişti, “ben Fenerbahçe’nin kendisiyim.” Popülist lider için alışıldık bir üsluptur bu, aynı zamanda da ulaşılması hedeflenen nirvana.
Murat Belge’nin önerisi “popülist olmadan popüler olmak”. Buradaki geçişkenliğinden de çok kolay olduğunu vurgulamak gerekiyor. Popüler olanın ansızın bir makas değiştirip popülist olmayacağının bir garantisi yok.
Bir kez bunu söyleyecek güce ulaştığınızda artık kimsenin aksini iddia edemez. Aziz Yıldırım’ın şanssızlığı elinde polis gücü ve hapishaneleri olmamasıydı. Düşünün, liderimiz orada ve milletin ta kendisi. Yeton Neziray’ın
Acındırma Propaganda Birimi piyesini düşünüyorum, lidere bağlılık her şey demektir. Liderin sözü milletin sözüyse, kim karşı çıkabilir ki buna? Karşı çıktığın lider değil millettir çünkü ve kutsala savaş açmak anlamına gelir. Bunu da ancak bir hain yapar.
“Millet”, “toplum”dan farklı. Toplum ne kadar bugünse ve değişkense, millet bir o kadar ezeli ve değişmez. “Rus toplumu sıcak denizlere inmek istiyor,” deseniz pek umursanmaz ama “Rus milleti sıcak denizlere inmek ister,” dediğinizde bu dün, bugün ve yarın için bir tehdit olarak görülür -ister istemez “şimdiki zaman”dan “geniş zaman”a kip değişiyor. O yüzden de özellikle Türkiye’de “toplum” kelimesini adeta unuttuk, “milletin” taleplerini konuşmaya başladık.
Temsili demokrasi, popülistlerin önünü hep açacaktır çünkü ne kadar popülist bir dil kullanırsanız temsil ettiğiniz kitleyi büyütme ve bir arada tutma ihtimaliniz artar. İyi de popülizmle popülist olmadan mücadele edemeyeceksek ne yapabiliriz? Murat Belge’nin önerisi “popülist olmadan popüler olmak”. Buradaki geçişkenliğinden de çok kolay olduğunu vurgulamak gerekiyor. Popüler olanın ansızın bir makas değiştirip popülist olmayacağının bir garantisi yok.
TÜRKİYE ÖRNEĞİ
Bu yazının esas tartışma konusunu bu ara başlığın sonrasına ayırdım. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken “merkez siyaset” nasıl olacak ya da olmalı?
AKP iktidara geldiğinde hayli parlak bir performans sergiledi. Anayasa 90/5’e getirilen ilave bunun en somut örneği. Bunlar başka bir yazının konusu, ben geleceği tartışmak niyetindeyim.
Türkiye bir seçimler dönemine gidiyor. Şu üç-dört sene içinde en az üç seçim yapacağız gibi gözüküyor. AKP’nin kısa sürede ANAP’laşabileceğine dair yorumlar güçlendi, ben de buna katılıyorum. Erdoğan’ın o sürekli tekrarlanan karizması ikinci İstanbul Belediye Başkanlığı seçiminde çıkan farkla çizilmişti ama seçimi kaybettikten sonra geride bir şey kalacağını sanmıyorum.
Dahası, Erdoğan’ın oyu partisinin üstünde olduğuna göre AKP’nin ya da Cumhur İttifakı’nın TBMM’de de azınlığa düşeceği kesin gibi. Tabii dokuz ay sonraki yerel seçimlerde seçmen genel ile yereli uyumlaştırmaya karar verirse AKP’nin neredeyse bir tabela partisine dönüşmüş demektir. Bu durumda büyük bir seçmen kitlesi partisiz kalacak. Peki, AKP sonrası boşluğu kim, nasıl doldurabilir?
Erdoğan, AKP ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi artık birbirinden ayrılmaz bir parça ve hep birlikte yok oluşa doğru sürükleniyorlar. Muhalefet ise 2018 seçimleri aksine popülist lideri yenmek için bir başka popülistin altında kümelenmeyi tercih etmedi. “Popülist olmadan popüler olmak”, sanırım Altılı Masa’nın hedefiydi. Kapsamlı bir sistem değişikliği önerildi: Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Modeli. Daha sonra da Ortak Politikalar Mutabakat Metni ve Geçiş Sürecinin Yol Haritası. Modernleşme tarihi kabaca iki yüz senelik Türkiye, Altılı Masa ile tarihinde yeni bir siyaseti tecrübe ediyor.
Ahmet Davutoğlu, “bir toplum sözleşmesi çabası” diye nitelediği Altılı Masa’da Tanzimat’tan bugüne görülen siyasi akımların ilk kez yatay eksende ayrıştığının altını çiziyor. Modernler, Muhafazakârlar ve Milliyetçiler, daha önce dikey olarak birbirinden ayrılırken hepsini temsil eden partileri vardı. Altılı Masa’nın kurulmasıyla birlikte artık dikey bir ayrımdan söz edemiyoruz. Yatay kesmek şu demek: İnsanlar artık ideolojilerine göre değil, o ideolojileri nasıl yorumladıklarına göre ayrı ittifaklar kuruyorlar.
Altılı Masa’nın kurulmasıyla birlikte artık dikey bir ayrımdan söz edemiyoruz. Yatay kesmek şu demek: İnsanlar artık ideolojilerine göre değil, o ideolojileri nasıl yorumladıklarına göre ayrı ittifaklar kuruyorlar.
Diyelim siz, kendinizi muhafazakâr biri olarak addediyorsunuz. Ama bu muhafazakârlığı nasıl yorumladığınız öne çıkıyor? Otoriter mi yoksa çoğulcu mu? İşte bu yatay kesiş, otoriterlik arzusundakiler ile demokrat, özgürlükçü ve çoğulculuk taraftarlarını birbirinden ayırıyor. Mehmet Altan,
Kent Dindarlığı’nda ikisi de Müslüman olan Şeyh Galip ile Taliban örgütü arasındaki farkın ne olduğunu soruyordu. Altılı Masa deneyimi sonrasında Müslümanlığı Şeyh Galip ya da Taliban olarak görenler birbirinden tamamen ayrıldı.
Modernlik için de aynısı geçerli. Bir yandan kendi tabanını dönüştürerek Roboski’den başörtüsüne açılımlar yapan CHP, diğer tarafta 28 Şubat’ı canhıraş savunan Perinçek. Daha düne kadar makam odasındaki saati 17.25’te duran Bahçeli ile Erdoğan’ı -ve Perinçek’i- “kanka” yapan güç otoriterlik hevesinden başka bir şey değil.
Altılı Masa’ya yöneltilen en büyük eleştirilerden biri, popülist olmamak. Ben Altılı Masa’yı açıklamak için en uygun kavramların başında “itidal”in geldiğini düşünüyorum. Adım adım örülen bu siyaset başarıya ulaştığında biz “liderin” kim olduğundan daha fazla sistemin nasıl işlediğini ve demokrasiyi koruyacak kurumları nasıl ihya ettiğimizi konuşacağız.
Bir kurtarıcının gelip her şeyi rayına oturtması bizim toplumun hiç yabancı olduğu bir düşünce değildir. Bu yeni siyasetin kazanması ne demek? Liderler içinde en uzun süre iktidarda kalan kişi olan Erdoğan’ı “antitez”i değil, bir sistem yendi demek. Yani, sistemler arasındaki ikna mücadelesini popülist lider kaybetti demek. Bu sonucun çok önemli ve değerli olduğunu düşünüyorum.
PARLAMENTER SİSTEM’E GEÇİŞTEN SONRA
Altılı Masa’nın seçimleri kazandığını varsayalım. Her şey planlandığı gibi ilerdi ve parlamenter sisteme geçildi. Artık Altılı Masa miadını doldurdu, partiler kendi yollarına gidecek, ortak siyaset bitecek. Aynı masada birlikte oturup ortak metinler açıklamak deneyiminin toplumu bir daha böylesine kutuplaştırmanın önüne geçmesini bekliyorum. Hiç olmaz demek değil, ama en azından bir süreliğine olmayacağını düşünüyorum. Aynı vaatlerin altına atılan onca imzalı metin, kadroların teşriki mesai kültürü, geçmişi falan varken iki partinin kanlı bıçaklı olması çok az bir ihtimal.
Yirmi senelik muktedirliğin yıpranması, ekonomik kriz, liyakat sahibi kadroların tasfiyesi, Amerika’da Trump’ın ve Brezilya’da Bolsonaro’nun iktidardan inmesiyle -ve Fransa’da Le Pen’in iktidara gelememesiyle- başlayan küresel trend başta pek çok iç ve dış gelişmeye rağmen AKP’nin hâlâ birinci parti olduğunu görüyoruz.
Bu geniş kesim nereye akacak? Bugüne kadar temsilcisi olarak Erdoğan’ı gören seçmenin yabana atılmaz bir bölümü “iradesini” de Erdoğan’a sabitlemişti. Erdoğan, AB yönüne ilerliyorken İç Anadolu’nun en muhafazakâr şehrinde AB’ye destek 75’lere ulaşıyor fakat Erdoğan tam tersini söylerse bu kez 15’lere iniyordu.
Erdoğan benzeri bir popülist lidere uzun bir süre ihtiyaç duyacağımızı düşünmüyorum. Öldürmeyen acı güçlendirir, fehvasınca şunu gördük ki, “tek adam”laşan “popülist lider” bizim dertlerimize deva olamıyor.
En somut örneğini Çözüm Süreci’nde gördük. Öcalan’la görüşülmesine, Murat Karayılan’ın basın toplantısı için Kandil’e Anadolu Ajansı’nın gitmesine toplum onay vermişti. Ne zamanki Çözüm Süreci’nin masası dağıldı, Öcalan demek bile ihanet ile eşdeğer tutuldu.
İstisnalar haricinde Türkiye’de seçmen kendisini “Merkez Sağ”da konumlandıranı iktidara taşır. Erdoğan, “Millî Görüş gömleğini çıkardık,” diyerek ve AB, Maastricht, Kopenhag kriterleri terimlerini liberal solla birlikte dilinden düşürmeyerek -seçim sisteminin de yardımıyla- Merkez’e oturmuştu. AKP iktidarının özellikle ilk döneminde, 2014’te AB’te girileceğine dair büyük bir umut dalgası toplumu kuşatmıştı. Merkez’de koltuğunu sağlamlaştırdığında liberal solla yolları ayırdı, olası alternatiflerini bünyesine kattı ve ustalık eserini günbegün inşa etmeye koyuldu.
Şevket Süreyya, ilk balonun Türk Ocağında verildiğini yazar. Balo denince aklıma ilkin
Anna Karenina’da Anna ile Vronski’nin tanıştığı an gelir. Buradaki o balolara benzemez, “herkesin sus pus sıralanıp oturduğu, sessiz, hareketsiz, hatta kadınsız sanki bir mevlit toplantısı”dır. Baloya sadece üç kadın katılmıştır: Yakup Kadri’nin, Falih Rıfkı’nın ve Ruşen Eşref’in hanımları… Yakup Kadri’nin eşi Leman Hanım, Atatürk’ün yanına gidip “Paşam, bu inkılâbın kurbanları yalnız biz miyiz?” diye sorar, Hani yaver beylerin, mebus beylerin, vekil beylerin hanımları?”
Bu anekdotu anlatma sebebim Türkiye’nin Modernleşme çabasını tartışmak değil. Murat Belge’nin bir metaforunu devam ettirmek. Murat Belge, geniş halk kitlelerinin kabul olunmadığı salona bu seçimler vasıtasıyla girebildiğini söylüyor. Balo salonuna peyderpey giren halk, AKP iktidarının son dönemiyle birlikte balo salonunu adeta müziği kesip Aydemir’in benzetmesiyle “kadınsız bir mevlit”e çevirdi. Murat Belge, Erdoğan popülizminin bu kadar değer görmesini, dışarda kalan halk kitlesinin içeri girebilmesinin yolunu “güçlü önder”de bulmasıyla açıklanıp açıklanamayacağını sorguluyor. Benim yanıtım, evet. Erdoğan’ın iktidara yerleştikçe Atatürk kompleksiyle davrandığını düşünüyorum. Bu konuda hummalı bir çaba içinde, ifrat-tefrit.
Bugün Aydemir’in bahsettiği balo salonunun nasıl bir yer olabileceğini düşünüyorum. Muhtemelen sevimsiz bir gösteriş içinde, bilumum varaklar falan, ruhsuz bir yer. Ama “milletin yeri”. “Ey milletim, burada artık senin türkün çalıyor,” diyecek Erdoğan her seferinde.
Öyle ya da böyle, bu analojinin doğru olduğunu varsayarsak, Erdoğan’la birlikte balo salonunda girmeyen kalmadığını söyleyebiliriz. Peki bu durumu, acaba Türkiye’nin yeni bir popülist lidere ihtiyaç duymamasıyla -Altılı Masa’nın varlığı- açıklayabilir miyiz?
Bu soruya biraz daha ikircikli bir yanıt vereceğim. Erdoğan benzeri bir popülist lidere uzun bir süre ihtiyaç duyacağımızı düşünmüyorum. Öldürmeyen acı güçlendirir, fehvasınca şunu gördük ki, “tek adam”laşan “popülist lider” bizim dertlerimize deva olamıyor. Baskın Oran’ın tabiriyle, toplum, Erdoğan’ın her uygulamasıyla biraz daha aşılandı. Erdoğan-sonrası siyaset, bugünkü gibi şekillenmeyecek. Ne kurumlar aynı kalacak ne de toplum.
Altılı Masa bize ideolojiyi yorumlamanın ideolojinin kendisinden daha önemli olduğunu öğretti. İslamcı ile Seküler, aynı amaç doğrultusunda uyum içinde senelerce bir arada durabildiler. On sene öncesine ışınlanıp, bugünkü ittifakları bir televizyon kanalında söyleseydiniz muhtemelen sizi bir daha çağırmazlardı. Dolayısıyla, yarını düşünürken de bugünkü paradigmalardan uzaklaşabiliriz.
YARININ KİTLE PARTİSİ
Altılı Masa’daki bir parti, parlamenter sistemde iktidara gelecekse bugünkü gibi karşı kampa laf ederek tabanını konsolide edemeyecektir. Öyle ya da böyle, bir kahvenin hatırı var. “Camileri ahır yapıp ezanı Türkçe okuttular,” minvalindeki suçlamalar ideolojilerin dikey kesildiği bir siyaset dünyası için geçerlidir. O dikey dünyadaki seçmen yirmi sene sonra iktidarı kaybetti çünkü bu ayrım önce liyakati, sonra hukuku mahvetti, hukuk da ekonomiyi çökertti. Toparlayacak hiçbir mekanizma kalmadığında da yirmi küsur senelik iktidarın sonuna gelindi.
Merkez Sağ için ilk seçim, “devletsizliğin” en korkunç şekliyle ayyuka çıktığı Maraş depremi gibi, geride devasa bir enkaz bırakacak. Kurumların tamamının kolonlarının aslında çok önceden kesildiğini fark edeceğiz. Bu boşluğu doldurmaya aday -sadece Altılı Masa’da dört tane- pek çok parti var. Bunu hangisi başarabilir, diye sorduğumuzda öncelikle “yeni siyasete” hazır olan parti demek gerekiyor bence.
Yeni siyaset, yatay kesim üstünden özgürlükçülüğü temel alan bir siyaseti “parti-içi merkez”e yerleştirmekten geçiyor. Ama özgürlükçülük müphem bir alan, bunu somutlaştırmamız lazım. Merkez’e yürüyecek partinin bugünkünden farklı bir şey söyleyerek özgürlükçülük temelinde kendi tabanını yaratması gerekiyor. Madem artık yatay siyaseti konuşuyoruz, tabanı da dikey bulamazsınız.
İstisnası Kürt seçmen olabilir. HDP’nin bu yataylıkla bir ilgisi yok, misal Kürt Sorunu’nun çözüldüğünü düşünün, bir Türkiye tasavvurları yok. O yüzden bu yazının konusu HDP seçmeni değil. Taban partilerini değil, onlar hep varolacaklar zaten, kitle partisinin hangi taban üstüne dikileceğini arıyorum. Oradaki temel belirleyici faktörün demografi olduğunu düşünüyorum.
Gelelim, enkaza. Enkaz diyerek kast ettiğimi söyleyeyim: Nereye gideceğini bilmeyen büyük bir kesim, inandıkları devletin berhava olduğunu fark etmişler, inandıkları pek çok şey gitmiş, maddi olarak da ciddi kayıplara uğramışlar. Dönüp de bu kesime Erdoğanvari bir şekilde kutuplaştırıcı siyaset arzında bulunmanın bir alıcısı olacağını düşünmüyorum. Onu yapmaya hevesli olanlar var, bırakın yapsınlar.
Özgürlükçülük, her konuda özgürlükten yana tavır almaktan geçer. Şu konuda özgürlükçüyüm deyip öteki bu konuda ayak sürürseniz, aslında özgürlükçü olmadığınız ortaya çıkar. Hukuku tesis etmeden kurumları ayağa kaldıramayız, onlar olmadan güveni sağlayamayız, güven sağlanmadan da ekonomiyi düzeltemeyiz. Bir parti iktidara gelip ekonomik başarıyla refahı artırdığı ve yaydığı ölçüde diğerlerinin de rızasını alacak bir güce erişecektir. Ama bu sonraki adım, biz ilk seçimlere odaklanalım.
Enkazdan çıkan insanların feryatlarının muhatabı deprem değil, “devletsizlik”. Kimse neden deprem olduğunu sorgulamıyor, Hatay’a üç gün nasıl gidilemediğine isyan ediyor.
Benim önerim, Merkez Sağ’da kaybetmiş insanlara yönelik bir büyük iç hesaplaşmanın başlamasıdır. Merkez’e yürüyecek parti kendi tabanını bu yolla bir araya getirip kendini bu şekilde diğerlerinden ayırt edebilir. Erdoğan, “kader planı” diyor. Ama komşunun apartmanı yıkılmamışsa, bu hangi kaderin planı? İşte bunu korkmadan, kim ne der diye aldırmadan, bugünün dikey kamplaşmalarını tümden yok sayarak anlatmak gerekiyor.
Saf bir liberal pozisyondan bahsetmiyorum. En nihayetinde bu insanlar ve AKP’ye oy vermekten vazgeçmiş olanlar ve tabii Altılı Masa’nın seçmeni kâbustan beter bir altı-yedi sene yaşadı. Milli gelirin sürekli gerilediği, insanların mahkemelere asla güvenmediği, enflasyonun alıp başını gittiği bu dönemi veri alalım.
Sağ cenahta yer alan geniş halk kesiminin demokratlaşması önünde yirmi sene sonra yeniden eskisinden de büyük bir pencere açıldı. Bu fırsatı heba etmemek lazım. O yüzden bu insanları Erdoğan-öncesi gibi düşünmemek gerektiği kanısındayım, dönüştürülmüş, yer yer kindarlaşmış ve radikalleşmeye temayülü olan bir tabandan bahsediyoruz.
Bu enkazdan özgürlükçülük temelinde kendi tabanını yaratan partinin Türkiye’nin geleceğinde çok önemli bir rol oynayacağını düşünüyorum. O partinin genel merkezini tabanın inşa ettiğini düşünelim. Elbette kentli Muhafazakârlığın -veya Müslümanlığın- taşıyıcı kolon olduğu bir bina olacak. O bina içinde “Müslüman adamdır” denen kişinin “kul hakkı yemeyen”, adaleti şaşmaz, vicdanlı, merhametli, rakkas sahibi biri olduğu akla gelmeli.
Ama bununla sınırlı olmayacak. Herkesin birbirinin hassasiyetini gözettiği, hiçbir kesimin diğerinin üstünde olmadığı, herkesin kazanımının diğerleri için de kazanım addedildiği, herkesin birbirini denetlediği ve özgürlük zemininin sürekli genişlediği bir parti ve taban. Özgürlükçü Kürtlerle Türklerin, özgürlükçü sekülerlerle muhafazakarların bir arada olduğu, evrensel standartlarda hukuk ve siyaset üreten, popülist olmadan popüler olan bir parti. Ve refahı artıkça bunu daha çok talep eden bir taban.
Muhsin Yazıcıoğlu, yapılan yanlışları gördüğü hâlde “Müslümanların iktidarını bitiren adam olmam,” demişti. Bugün de benzerini Yeniden Refahlılar söylüyorlar. Yeni dönemde bu cümlenin yeri olmayacak. Ne bir kesimin iktidarı ne de “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışı.
Partiler, kendi içlerinde bir koalisyon olacaklar çünkü. Çimentosu özgürlük olan.
---
*
PolitikYol’da 27 Şubat ve 1 Mart’ta çıkan yazılarımın devamı ve sonuncusu
Popülizm ve ikna mücadelesi: https://www.politikyol.com/populizm-ve-ikna-mucadelesi/
Ekonomide değişim ve siyaset: https://www.politikyol.com/ekonomide-degisim-ve-siyaset/