Fatih Erbakan’ın, babasının bu düşüncelerini ne kadar paylaştığını bilmek çok zor. Ama şunu söylemekte yarar var. Eğer amaç Millî ve yerli bir sanayi oluşumunu sağlamaksa ve TCMB kaynakları bunun için kullanılacaksa, bunun da nasıl sonuçlanacağını 1970’lerde gördük.
Yirmi yılı aşkın süredir ülke yönetiminde söz sahibi olan AKP’nin, bunca zamandır Necmettin Erbakan’ın temsil ettiği
“Millî Görüş” fikri ile uzlaşamamış olması bana hep bir muamma gibi gelmiştir. Nihayet geçtiğimiz hafta bu muamma çözülmüş gibi oldu. “
gibi” diyorum, çünkü
Yeniden Refah Partisi (YRP) içinde herkesin genel başkanlarıyla aynı fikirde olmadıkları kamuoyuna yansıyor.
Aslında kurulan bu ittifak, rahmetli Necmettin Erbakan’ın fikirlerine taban tabana ters uygulamaları benimsemiş bir siyasi anlayışla yapılmıştır. Anlaşılan YRP’nin yöneticileri bundan rahatsızlık duymamışlar. Görünen o ki, Fatih Erbakan girdiği bu ittifakı taraftarlarına karşı savunurken, Millî Görüş hareketinin ana ilkelerinden esin alan ve kamuoyunda geçtiğimiz hafta sıkça tartışılan mutabakat belgesindeki maddeleri bir “
kazanım” olarak kullanacak.
Bu talepler arasında yer alan ve AKP yöneticileri tarafından kabul gördüğü açıklanan 6284 sayılı
Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un kaldırılmasına yönelik talepler kamuoyunda gündem oldu ve bolca tartışıldı. Aslında bu tartışma aynı zamanda dikkatlerin diğer maddelerde kaçmasına neden oldu.
Elbette toplumun sosyal gelişiminde ve ülkemizdeki kadının gelişimi ve refahı açısından son derecede önemli olan bu kanunun tartışmaya açılması kabul edilemez. Bu, tek kelimeyle büyük mağduriyetler üzerinden elde edilmiş yasal yasal haklardan vazgeçmek anlamına gelmektedir. Toplumsal ve ekonomik hayatta kadına yer vermemeyi düşünen, onu dışlayan bir anlayışın iktidar nezdinde kabul görmesidir bu.
Yasal manada geriye dönüşe işaret etmesi bakımından da rahatlıkla “gerici” bir talep olarak kabul edilebilir.
Fatih Erbakan’ın otuz talebi sadece toplumsal hayatımıza yönelik bireysel kazanımlarımızdan geriye dönüşlerle sınırlı değil. Bazı talepler 2001 krizi sonrasında yapılan ekonomik reformlardan ciddi bir geriye dönüşün izlerini taşıyor. Ancak bunların ne kadar ciddiye alınması gerektiği konusunda kafam net değil.
Gerekçelerini tam olarak bilmemekle birlikte, bu taleplerden bir “
onuncu madde” var ki, tam bir “
bomba”. Mesleki seçicilikten dolayı ister istemez gözüm bu maddeye takıldı.
Buna göre, TCMB’nin hazineyi fonlamasının önündeki tüm engellerin kaldırılması isteniyor. Gerçi bugün böyle bir fonlama için hâlâ ne tür bir engel kaldı bilmek mümkün değil, ama bu hâliyle kurumsallaşmış bir hâle gelmesi, bunca zaman mücadele ederek, hatta zaman zaman bunun yol açtığı büyük maliyetlere katlanarak inşa ettiğimiz bugünkü yapının sil baştan yapılması anlamına gelmektedir bu talep.
Yani 1990’lı yıllardaki Türkiye'ye, yani AKP elitlerinin sıkça ifade ettiği o “Eski Türkiye” koşullarına geri dönmek anlamına gelmektedir.
Fatih Erbakan’ın babasının geçmişte kalan görüşlerine sıkı sıkıya sarılıp, toplumu geriye götürerek değil de günün koşullarına uygun çok daha yaratıcı fikirlere ilham kaynağı olarak yapması daha doğru olur diye düşünüyoruz.
O zaman sormalı; 2001 kriz ardından Türkiye halkı bunca mağduriyeti ve maliyeti neden çekti? Burada yanlış olan nedir ki, TCMB’nin hazineyi fonlamasına ihtiyaç duyulmaktadır?
Şu andaki kurumsal yapı içinde hazine, finansman ihtiyacını piyasadan belli bir faiz maliyetine katlanarak gidermektedir. Bu faiz maliyetini hazineye uygulanan bir “
ceza” olarak düşünmek mümkün. Hazine harcamalarını kontrol etmez, çok finansmana ihtiyaç duyarsa, piyasa bu cezayı arttırarak hazinenin kendine çeki düzen vermesini teşvik edilir.
Böyle bir “
ceza”, ya da “
fren” mekanizması olmadığında ise, hazinenin harcamalarının kontrol edilmesi mümkün olmaz. Böyle bir durumda hazinenin nereye, ne kadar harcadığının önemi kalmadığı gibi, bu harcamaların ekonomiye herhangi bir faydası da olmayacaktır.
Bundan tek faydalanan siyasetçiler olur. Vatandaşa sınırsız söz verip, bu sözleri hazine üzerinden kolayca finanse edebilmelerinin yolu açılır. Bu harcamalarının maliyetini faiz ödemeden, enflasyon üzerinden vatandaşa ödetebilirler.
TCMB’den para basılarak sağlanacak kaynaklar sıfır maliyetli olacaktır hazine için. Ama sonucu itibariyle yol açacağı enflasyon daha çok dar gelirlilerin üzerine, dolaylı bir maliyet yükleyecektir. Ancak bunun ortaya çıkması biraz zaman alacağı için, kamuoyu bunun farkına varana kadar siyasetçi muradına erecektir. Bu 1960 ve 1970’lerin “
popülist siyasetin” en önemli aracıydı. Anlaşılan bu geçmişe bir özlem var siyasilerimizde.
Onuncu maddeyi görünce, birden rahmetli Necmettin Erbakan Hocayı hatırladım. O kendine has üslubuyla televizyonlara çıkıp, 1990’larda gündeme gelmiş olan ülkenin borç sorununu nasıl halledeceğini anlatışını hatırladım.
Rahmetli babası Türkiye’de nereye giderse gitsin, bir sanayi işletmesinin temelini atmaya çalışırdı. Yanlış anlaşılmasın sakın. Son günlerde deprem mağduru illerimize Sayın Cumhurbaşkanımızın attığı derme çatma temel atmalar olmazdı bunlar.
Rahmetli iktidara gelir gelmez, merkez bankasının basacağı paralarla hazinenin borçlarını bir gecede sıfırlanacağından bahsederdi. Öyle ya ona göre TCMB de hazine de devletin iki kurumuydu. Ona göre devletin bir cebinden diğer cebine kaynak aktararak borç sorununu halledebileceğine inanmıştı. TCMB’yi de sınırsız kaynak yaratabilen istisnai bir banka olarak görüyordu. Bunun enflasyona yapacağı etkilerden ve onun meşhur “
pazar filesine” yansımalarından bahsedildiğinde de, yine kendine has o güzel üslubuyla konuyu sulandırırdı.
“Hoca” bu arzusunu yerine getiremedi. Ama REFAHYOL koalisyon döneminde kendi hazırladığı “
kaynak paketleri” hazinenin Türk bankalarından döviz cinsinden borçlanmasının önünü açtı. Sonrasında ise hazinenin bu borçları, kurlar üzerinde baskı yaratmadan ödemeye çalışmasına şahit olduk. Netice de ana parası o günlerde 1,5 milyar dolara ulaşmış bu borçlanmaların vatandaşa maliyeti yüksek oldu.
Hocanın iktidara ortak olduğu dönemler her zaman ülke ekonomisinin olağanüstü dönemlerine tekabül eder. O yüzden Hoca da karşı karşıya kaldığı kaynak sorunlarını da olağanüstü yöntemlerle aşmaya çalışmıştır.
Necmettin Erbakan hocanın ekonomi konusundaki bir diğer düşüncesi daha var ki, bunun önemli olduğu fikrine ben de katılıyorum. O da sanayileşme konusunda verdiği mücadeledir. 1970’lerin dünyasında bunu “
Millî” sanayi fikriyle siyaset diline dönüştürmüştü Erbakan. AKP’nin son döneminde bu düşünce “
Millî” ve “
yerli” sıfatları ile ifade edilmektedir. Ancak Erbakan’ın o günkü samimi düşüncelerinin AKP tarafından benimsenmiş olduğundan bahsetmek doğru olmaz.
Zira yirmi yıllı aşkın sürede AKP sadece Millî ve yerli bir inşaat sektörü oluşturabilmiştir.
Şimdi tekrar geri dönersek, Fatih Erbakan’ın, babasının bu düşüncelerini ne kadar paylaştığını bilmek çok zor. Ama şunu söylemekte yarar var. Eğer amaç Millî ve yerli bir sanayi oluşumunu sağlamaksa ve TCMB kaynakları bunun için kullanılacaksa, bunun da nasıl sonuçlanacağını 1970’lerde gördük.
Rahmetli babası Türkiye’de nereye giderse gitsin, bir sanayi işletmesinin temelini atmaya çalışırdı. Yanlış anlaşılmasın sakın. Son günlerde deprem mağduru illerimize Sayın Cumhurbaşkanımızın attığı derme çatma temel atmalar olmazdı bunlar. Harbi harbi temel kazılır, harçlar karılır, demir filizler bırakılarak atılan temellerdi hepsi. Ama sonu gelmezdi nedense.
AKP ve Fatih Erbakan arasındaki ittifak rahmetli Erbakan’ı anmamıza güzel bir vesile oldu. Yanlışıyla, doğrusuyla Türki siyasetine renk katmış bir siyasetçiydi kendisi. Oğlunun da böyle bir renk katma ve siyasette iz bırakabilme çabası içinde olduğunu görüyoruz. Ama bunu babasının geçmişte kalan görüşlerine sıkı sıkıya sarılıp, toplumu geriye götürerek değil de günün koşullarına uygun çok daha yaratıcı fikirlere ilham kaynağı olarak yapması daha doğru olur diye düşünüyoruz.