Daha önce başarılı olmuş ve gönül bağıyla bağlanılmış iktidarlar ne kadar başarısız olsalar da “Muhafazakâr Önyargı” baskın çıkıyor. Muhafazakâr önyargı, kişinin tepki vermeme eğiliminin en belirgin özellik olduğu bir önyargı çeşidi. Dost ve arkadaş sohbetlerinde kalabalıktan yakınanlara, İstanbul’un 1975 - 80’li yıllarındaki nüfusu ne kadardı hatırlıyor musunuz diye sorduğum bir soru var. Merak edip bakanlar hemen cevap verirken, fikri olmayanlar bulunduğumuz ortamı da hesaba katarak bir rakam tahmin etmeye çalışıyorlar. Yapılan tahminlerin çok büyük bir yüzdesi de doğru olmuyor maalesef. Bugünün kalabalığından şikâyet eder bir ruh haliyle yapılan tahminler ister istemez o günün gerçek rakamlarından sapıyor. Sayım yıllarına göre İstanbul’un 1975’deki nüfusu 3.9 milyon 1980’deki nüfusu 4.7 milyon kişiymiş. Bu istatistikleri kalabalıklığı veya göçü anlatmak için vermedim. O dönemde çocukluğunu yaşamış biri olarak sokakların tenhalığı, oyun alanlarının ne kadar geniş olduğunu belirtmek için bu istatistikleri paylaşıyorum. Fenerbahçe stadını bilmeyen yoktur. 1983 yılına kadar yaşadığım bu bölgede bugünkü adıyla 15 Temmuz Şehitler köprüsü, eski adıyla Boğaziçi köprüsü henüz açılmamıştı. Neredeyse saatte bir arabanın geçtiği bağlantı yollarının üzerinde yaptığımız futbol maçları bizler için büyük bir mutluluktu. Kendisi koyu Fenerbahçeli olan babamın iş dönüşü Dereağzı’nda futbolcuların yaptığı antrenman sırasında kendilerinden aldığı imzalarla bana getirdiği formaları, topları hiç unutmuyorum. Keşke bugünkü aklım olsaydı da saklasaydım tüm bu hediyeleri. Babamın beni bir Fenerbahçeli yapma hevesi nedeniyle evimizin içi dışı sarı lacivert renklere bürünmüştü. Aynı dönemlerde çocukluk aklı olsa gerek genç bir insan gibi davranmak ve kendi kişiliğini bulma yolunda biraz da isyankâr bir ruh halindeydim. Büyük kuzenlerimden birisi Galatasaray Lisesinde yatılı öğrenim görüyor, sporla ilgileniyor ve okulun voleybol takımında oynuyordu. Hangi takımı tutuyorsun diyenlere de gururla “Galatasaray” diyor ve okul takımında da oynuyorum diye ekliyordu. Hiç unutmuyorum. Kendisine “ben de Galatasaraylı olabilir miyim?” diye sorduğumda, “herkes Galatasaraylı olamaz” cevabı almış ve inanmıştım. Ama aklıma koymuştum bir kere, Galatasaraylı olacak, kendi inandığım bir takımla bütünleşecektim. Bu takım beni büyütecek, kendim olmamı sağlayacaktı. Babam ise hâlâ bana forma, top, sarı lacivert renkli birçok şey getirmeye devam ediyordu. Bu durumun bende büyük üzüntü ve vicdan azabı yarattığı bir dönemde tüm cesaretimi toplayarak babama gerçeği söylemeye karar verdim. İşten döndüğü bir gündü yanlış hatırlamıyorsam, ailece hep birlikte yemeğe oturduğumuz vakitte, “Baba birşey söyleyeceğim ama kızma” dedim. Ben Galatasaraylı olmaya karar verdim” kelimeleri ağzımdan döküldüğünde babamın şaşkınlık ama bir o kadar da gururla bana bakıp, “Bak bak bak, küçük bey büyümüş de kendisine takım seçmeye karar vermiş” dediğini fakat yine de çok üzüldüğünü hatırlıyorum. Kolay değil, yıllarca Fenerbahçe’ye gönül bağı ile bağlanmış, uğruna kavgalar bile etmiş birisi, en yakınından, oğlundan “Ben Galatasaraylı olmaya karar verdim” kelimelerini duyuyor. Üstelik bu takım ezeli bir rakip olan Galatasaray. Başka bir takım olsa belki bu kadar üzülmeyecek dert etmeyecekti. Babam demokratik bir kişiliğe sahipti. Evde herkesin söz söylemeye fikir belirtmeye hakkı vardı. Evimizin demokratik ortamında, takım tutma konusu da tatlıya bağlandı ve birbirinin görüşlerine ve sevdiklerine saygı duyan bireyler olarak, ama futbol konusunda da tatlı bir rekabetle birbirimize takılarak uzun yıllar bu güzel rekabeti sürdürdük. Babamın bana Galatasaray konusunda takılmaktan en çok hoşlandığı konuysa Galatasaray’ın yıllarca şampiyon olamamış bir futbol takımı olmasıydı. Gerçekten de öyle oldu. 1973 yılından benim üniversitenin ilk sınıfına gidişime yani 1987 yılına kadar hiç bir şampiyonluk görmedik. Fırsat bulduğum her seferinde gittiğim maçlarda kimi zaman büyük sevinçler kimi zaman büyük üzüntüler yaşıyordum. 1997-2000 yılları arasında üst üste yaşanan şampiyonluklar, Galatasaray’ın UEFA kupasını 2000 yılında alması ile taçlandı.
Yeni dönemin siyasetinde, ulaşılamayan gerçekliğin önemini neredeyse tamamen yitirmesi ile karşı karşıya olduğumuzu söylersek hata yapmış olmayız.
Bir süre sonra Galatasaray tüm futbol kulüplerimiz gibi inişli çıkışlı bir döneme girdi. Kendi kendime düşünmeye başladım. Uzun yıllardır tuttuğum, başarılarında sevinerek gurur duyduğum, kaybettiğinde üzüldüğüm, hatta kendimi çok kötü hissettiğim, üstelik maddi olarak da bana külfet veren bir takım taraftarlığını neden seçiyordum? Belirli bir süre daha kendimi dinledim. Bir karar verdim ve başarı elde ettiğinde de kaybettiğinde de herhangi bir şey hissetmeyeceğime, hiç ilgilenmeyeceğime dair duygu yönetimi yapacaktım. Onca işim gücüm, ailem ve yeni doğmuş kızım varken benden zaman çalması kendi kendime kızmama sebep oluyordu. Zaman en değerli şeydi ve küçük de olsa bu zamanı benden almasını önleyecektim. İlgi ve odağımı başka şeylere verecek, düşüncelerimden taraftarlık kavramını çıkartacaktım. Uzun bir zaman aldı bu süreç ama tam başardım dediğim anda yepyeni bir stat yapıldı. Stadın açılışına gittiğim gün çok değişik duygular yaşadım. Eski stadın sıcaklığını herhalde hissedememenin verdiği üzüntüyle aldığım kombine bileti yakın bir arkadaşıma o gün devrederek bir daha hiçbir maça gitmedim. Hayatımda olan spora daha da fazla vakit ayırmak, seyretmek yerine içinde olup spor yapmak bana daha fazla katkı sağladı.  Galatasaray yeniden şampiyonluklar yaşadı ama ben eskiden sevindiğim kadar sevinmedim. Takım taraftarlığının tamamen bir gönül bağı olduğunu biliyorum. Hiçbir karşılık beklemeden destek vermek ve yoğun duygular yaşamak kaybettiğinde üzülmek kazandığında coşmak, mutlu olmak ve gurur duymak çok farklı duygular. Kontrol edemediğiniz ve sizin dışınızda gelişen birtakım süreçler, oyunlar sizi duygusal ve maddi olarak etkiliyor. Başarılı olabilmeleri için yapabildiğiniz tek şey avazınız çıktığı kadar bağırmak ve destek vermek. Onun dışında başka hiçbir kontrolünüz yok. Tabi kulüp üyesi olup yönetimde değilseniz. TAKIM TUTAR GİBİ PARTİ TUTMAK Bunca futbol hikayesinin ekonomi ile ne ilgisi var diye sorduğunuzu duyuyorum. Sadece ekonomi değil, yönetime dair tüm noktalarla ilgisi var. Kontrol edemediğimiz yönetim, prosesler, büyüklükler, oyun planları anlamında duygularımıza inişli çıkışlı süreçler yaşatan futbola bu kadar ilgi duyuyor, saatlerce günlerce konuşuyor uğruna şiddete bile başvururken, hayatımızın akışını değiştirebilecek olan ülke ve ekonomi yönetimine, kısacası siyasete gerek seçmen gerekse başka baskı grupları ile müdahale etme konusunda ilgisiz kalıyoruz. İlgili olsak da aksiyon almanın içinde olmuyoruz. Aslında pek çok bilginin kamuya açıklanmadığı, farklı birçok kaynaktan bilgi yüklemesinin yapıldığı ve her türlü verinin farklı farklı yorumlandığı bir ortamda, günün tamamını buna ayıracak olsanız dahi işin içinden çıkmanız mümkün olmaz. Bu durumun işaret ettiği en önemli gösterge, geniş kitlelerin hangi veriye, hangi açıklamaya güveneceği konusunda akıl yürütme yeteneğinin yitirilmiş olması.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile gerçekleştirilen keyfiyet, ortaya çıkan bu zararın ve  yapılan harcamaların ucu bucağı ve sınırı olmayan bir borçlanma ile finanse edilmesini beraberinde getiriyor.
Bu noktada kitlelere hitap etme kabiliyeti kuvvetli olan, kitlelere yanlış da olsa bu bilgileri yayma konusunda kabiliyeti yüksek olanlar maalesef ki öne çıkıyorlar. Yeni dönemin siyasetinde, ulaşılamayan gerçekliğin önemini neredeyse tamamen yitirmesi ile karşı karşıya olduğumuzu söylersek hata yapmış olmayız. Kitleler doğruyu bulma araştırma yerine, kendini ait gördüğü kimliği temsil eden ve savunan kişilerin arkasından gidiyor ve aynı futbolda olduğu gibi irrasyonel seçimler yapıyorlar. Kendisiyle özdeşleştirdiği siyasetçi ve yöneticilerle gönül bağı kuran bu kişiler, elitist olduğunu düşündükleri kişilerin hor görmesinden şikâyet ederek popülist liderlerin peşine takılıyorlar. Bunun sonucunda da her türlü iradelerini hiçbir sorgulama yapmadan bu liderlere ve onların yönettiği partilere bırakıyorlar. Buna birkaç örnek vererek anlatalım. İktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) son yirmi yıldır ülkenin yönetimini tek bir liderle, Recep Tayyip Erdoğan ile sürdürüyor. Toplumun geniş kitleleri, kendisiyle gönül bağı kurmuş bu kişinin geçmiş dönem başarıları üzerinden hafızalarında yer ettiği durumla yaşıyor. Fakat gelin görün ki önemli ekonomik büyüklüklerin gösterdiği gerçek rakamlar bile bu gönül bağı kurmuş kimselerin rasyonelliğe uyanması için yeterli olmuyor. Örneğin kişi başı milli gelirimiz 2013 yılından beri düşüyor. 2021 yılındaki yükseliş ABD Dolarının ortalama 8,9 olarak alınması ve pandemiden çıkış sonrası hızlı bir büyüme nedeniyle ortaya çıktı. Grafik 1 Kaynak: TUİK İşsizliğin çift haneli rakamlarda dolaşması, tek haneye düştüğü Eylül ayı sonrasında yeniden çift hanelere çıkması ve gelecekte de önemli bir problem olması geniş kitlelerin hala gönül bağı ile bağlandıkları lider ve partisinden bir şeyler beklediğini gösteriyor. Bu geniş kitleler verdikleri verginin nereye harcandığının hesabını da sormuyorlar. Çalışan büyük bir kesimin vergilerinin kaynakta kesiliyor olması onlara ödemenin acısını yaşatmıyor. Bu nedenle de adına politika bile denmeyecek birtakım uygulamalarla vatandaşlar olarak üzerimize getirilen keyfi yüklerle ilgili sesimizi topluca yükseltmiyoruz. Kur Korumalı Mevduattan ortaya çıkan maliyetin şeffaflığı bile tam değilken sadece Türkiye Hazinesine, yani bizlerin üzerine keyfiyetle yüklenen 100 milyar TL zarar oluşturma yetkisini kimin nereden aldığını sormak bu gönül bağı kurmuş kişilerin aklına bile gelmiyor. Bütçe yapma yetkisinin millet adına parlamentoda olması gerekirken, hiçbir denge ve kontrol mekanizması olmayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile gerçekleştirilen keyfiyet, ortaya çıkan bu zararın ve yapılan harcamaların ucu bucağı ve sınırı olmayan bir borçlanma ile finanse edilmesini beraberinde getiriyor. Sadece borç stokunun ne kadar arttığı gerçeği ortadayken (Grafik2), bu hakikat de önemsizleştiriliyor ve popülist söylemlerle gelecek hayalleri satılmaya çalışılıyor.2003-2017 arasında yıllık borç stoğunun artışı yıllık ortalama %8.5’lar düzeyindeyken, son iki yılda ekonomi yönetiminde ortaya konan kötünün de ötesi performansla bu borç stoğunun artışının %50’lerin üzerine çıkmasından iktidara mensup hiç kimse bahsetmiyor. Grafik -2 Faiz ödemelerinin ana parayı Mart 2022’de aştığı kamunun kendi istatistiki kaynaklarından ilan edilirken (Grafik3), Cumhurbaşkanı hakikati önemsizleştirerek, kamuoyunun gözlerinin içine baka baka yanlış bilgiler paylaşıyor. Yakıcı ve yıkıcı enflasyon sorunu tüm kitleleri yoksullaştırırken, kurumların açıkladığı rakamlara toplumun büyük bir kesimi güven duymazken tüm bu söylemler görmezden ve duymazdan gelinerek bu hakikat de önemsizleştiriliyor. Okuyan ve eğitimli kesimi her seferinde yerden yere vuran iktidar ve yönetim bu sefer söylediklerini afili sözlerle karmaşık hale getirerek bir şeyler bildiğini ve uyguladıklarının bir politika olduğuna gönül bağı ile bağlı kitleleri ikna etmeye uğraşıyor. AVRUPA SEYAHATİ Gelin kısaca bir senaryo yapalım. Bu senaryoyu tabi ki abartıyorum ama yapılan harcamaların bu senaryodan inanın bir farkı yok. Bir an için iktidarı elimde bulundurduğumu düşünün. Tüm bu tablo ortadayken bir sonraki seçimler için size şöyle bir vaatte bulunsam ne hissedersiniz oturup bir düşünün. Tabi ki şartlarım da olacak. Aylık 10.000₺ kazanıyorsunuz. Vaat 1: Her bir aileye 3 aylık bedava Avrupa tatili Vaat 2: Yıl sonunda devlet dahil her işletme en az %60 maaşlara zam yapacak. Şart 1: Vergileri aynı oranda almaya devam edeceğim (%35) Şart 2: Sizin adınıza devleti herhangi bir limit gözetmeksizin borçlandırabilirim. Sadece tek bir aile üzerinden gidelim. Avrupa’da 1 aylık bir dairenin konaklaması: 1.200$ (Düşük Standart), toplam 3600$
Değişim son derece zor ve emek isteyen bir süreçtir. Özellikle de iyi yönde değişim. Bunu gerçekleştirirken hepimizin birbirimize yardım etmesi, pozitif düşünmesi şarttır.
Avrupa’ya gidiş dönüş ve Avrupa içinde 3 tane farklı ülke görmek için yapılacak seyahat bedeli : İstanbul – Avrupa uçuşu 3 kişilik bir aile için 40.000₺ . Avrupa içinde seyahat için 2 uçuş ( 3 kişilik bir aile toplam 15.000₺). Yeme içme masrafları toplam: (Günlük kişi başı 20 €’dan, oldukça mütevazi) 324.000₺ Şimdi gelin toplam maliyete bir bakalım. Bir ailenin 3 ay toplam maliyeti 446.000₺. Yani anne baba çalışıp devlete %35 vergi ödeseler devletin bu kadar masrafı karşılama imkânı yok. Tabi ki devlet bir yerlerden borç alacak ve bu aileyi tatile gönderecek. Sınırsız borçlanma yetkisi alındığına göre problem yok. Avrupa tatili yapan bu aile, kendisini Avrupa tatiline gönderen iktidara ödeyeceği vergilerle bu borcu kapatmaya çalışacak ve bir yandan da hayatını sürdürmeye, çocuğunu okutmaya ve emekliliği için para biriktirmeye uğraşacak. Karmaşık değil mi? Aslında son derece basit. Birileri size bedava bir şey sunuyorsa belki bedeli bugün değil ama mutlaka gelecekte ödenir. Siz ödemeseniz de gelecek nesiller öder. DAVRANIŞSAL BİLİMİN SÖYLEDİĞİ – BİLİŞSEL ÖNYARGI İşte tam bu noktada işin içine davranışsal bilim giriyor. Daha önce başarılı olmuş ve gönül bağıyla bağlanılmış iktidarlar ne kadar başarısız olsalar da “Muhafazakâr Önyargı” baskın çıkıyor. Muhafazakâr önyargı, kişinin tepki vermeme eğiliminin en belirgin özellik olduğu bir önyargı çeşidi. Tıpkı geçmiş dönemde hep kar eden bir şirket hissesine yatırım yapan kişinin, şirketin gelen kötü kârlılık rakamlarına ve finansallarına tepki göstermeden hisseyi elinde tutması gibi. Finansal tabirle zarar kes yapmadığı sürece, kötü yönetilen şirketin varlığı eritmesi gibi, kötü yönetim gösteren iktidarın popülizmle ayakta kalarak içten içe toplumun tüm varlığını tüketmesi ve yoksullaşmasına neden olması kaçınılmaz olacaktır. Bu işin sadece ekonomik ve mali boyutudur. Sosyal boyutu daha da dramatiktir. Muhafazakâr Önyargı ile savaşmanın tek yolu yeni gelen bilgileri, hakikati korkmadan, cesurca ve en önemlisi güven vererek en yüksek sesle söylemektir. Sorunun oy istemek ve iktidara gelmek olmadığı, bunun ülkenin refahı, çocuklarımızın, gençlerimizin daha iyi yarınları için doğru işler yapmak olduğunun anlatılması da gönül bağını kurabilecek ilk adımdır. Güven birkaç gün veya ayda değil, tuğla tuğla örülerek yıllar içinde oluşturulabilecek bir duygudur. Kuruluşunun yıllar, yıkılışının dakikalar alacağının bilinciyle samimi olmak gerekir. Değişim son derece zor ve emek isteyen bir süreçtir. Özellikle de iyi yönde değişim. Bunu gerçekleştirirken hepimizin birbirimize yardım etmesi, pozitif düşünmesi şarttır. Size “Fil düşünmeyin” dediğimi varsayın. Çok garip değil mi? Fil düşündünüz. O nedenle hedefinize ulaşacağınız yolda sadece engelleri düşünür ve hedefinize kilitlenmezseniz o engellerle enerji ve zaman kaybedersiniz. Haydi hep birlikte sadece hedefimize kilitlenelim ve pozitif düşünelim.