Okul çocuğun “kendini bilmesine” imkan yaratmalıdır. Çocuk gerektiğinde kendisiyle çatışmalıdır. Olaylar karşısında sorular sorabilmelidir. Öğretmen soruları destekleyici bir yaklaşım geliştirmelidir. Böylelikle çocuğun kafası berraklaşır. Yıllar öncesiydi. İstanbul’un burun kıvrılan semtlerinden birisinde yürürken havanın güzelliğine aldanıp bir banka oturdum. Biraz telefonu kurcaladıktan sonra kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Ciğerlerimi yarı mazot kokan havayla doldurdum. Başımı tekrar düzeltirken büyük geniş kara bir kapı çarptı gözüme. Daha biraz önce alışmıştı gözlerim maviye, güneşin sımsıcak sarısına. Şimdi bu da neyin nesiydi? Demir parmaklılıkların arasından büyük sayılabilecek bahçeye gözlerimi doğrulttum. Tam o sırada “Dombra” melodileri çalındı kulağıma. Çok geçmeden de çocuk bağrışları. Bahçedeki kalabalık saniyeler geçtikçe artıyordu. Çocukların neşesi Dombra melodisini gittikçe bastırıyordu. Can Yücel’in dizeleri geldi aklıma: “ Cıvıl cıvıldı gözleri yeni dağılmış bir ilkokul gibi….” Dombra sustu. Şimdilerde EYT olduğunu tahmin ettiğim bir öğretmenin sesi yükseldi: “Koşmaaa evladımmm, yavaşşş!” Siyah takım elbisesinin ceketi renk vermiş, bozarmıştı. Eyy, güneş dedim içimden sen nelere kadirsin!  Kim bilir kaç yıldır üzerindeydi o ceket, belki kuru temizleme bile görmemişti hiç. Benim güzel meslektaşım kaç çocuk mezun etmişti o ceketle. Onca yıl emek vermişti bu ülkenin çocuklarına. Kalkasım gelmedi banktan, gözümü ayırmak istemedim bahçeden. Canım Metis Yayınları her yeni yıl çok beğendiğim not defterleri çıkarır, ben de alırım bir tane. Yıl bitmeden tüketirim sayfalarını, kitaplığımdaki yerini alır. Sonra bir sene askere gidip geldiğimde bulamadım bazılarını. Kaybolmuştu defterlerim. Defter nasıl kaybolursa!  Neyse geriye yaslanıp o defterlerimden şu anda elimde kalanlardan birisine yazmaya başladım. Tıpkı kolayca yapabildiğim hünerlerim gibi olsaydı bir okulu dönüştürmek. Deneyimlerim ve pratiğim hemen imdadıma yetişseydi. Geleneksel okulları, felsefenin bize yüzyıllar önce verdiği ödevle düşünerek açıklığa kavuşturabilmek ve pratiğe dökebilmenin güveni ile yeniden ele alabilseydik keşke. Bir okul nasıl olmalı diye karaladı ellerim; ardından şunlar döküldü defterime… Yaşamda aslolan nedir ve okul bunun neresindedir?  Felsefe ve bilim, yaşamda çelişki kaçınılmazdır diyor. Öyleyse sevinmek kadar, öfkelenmek de bize dairdir. Mutluluk kadar hüzün de. Ama öyle demiyor bak kara kapının tam karşısındaki reklam panosundaki özel okul. Mutlu çocukların okulunu kurmuşlar. Davet ediyorlar bursluluk sınavına! Düşlenenle gerçek arasındaki çelişki patlak verdi durduk yere. Mutluluk ve bursluluk? Okulun çocuk için bir manası olmalı. Çocuk, okulu mana arayışının bir yerinde anlamlandırmalı ki çelişkiyi fark etsin.  Mutlu çocukların okulu diye bir şey olmaz sizin anlayacağınız. Manası kendinden menkul çocukların okulu olur. OKUL ÇOCUĞA SORGULAMAYI ÖĞRETMELİDİR Bütün bu mana arayışı için ortam hazırlanmalıdır ve ön koşullar vardır elbet. Okul, çocuğun “kendini bilmesine” imkan yaratmalıdır. Çocuk gerektiğinde kendisiyle çatışmalıdır. Olaylar ve durumlar karşısında yargılama içermeyen sorular sorabilmelidir. Öğretmen bu tarz soruları destekleyici bir yaklaşım geliştirmelidir. Çocuk kendine de sormalıdır bu soruları. Böylelikle çocuğun kafası hangi yaşta olursa olsun berraklaşır. Büyüdükçe düşlerini, değerlerini, beğenilerini, alışkanlıklarını sorgular ve kendini bilir. Kendini sever. Kendisiyle ilişkisini idare eden çocuk başkalarıyla da ilişkilerini iyiye evirir.  Bu kez dilsel, bedensel ve zihinsel iletişim girer devreye. “Koşmaaaa evladım! Koşma dedim sana!” denildiği zaman “neden?” diye sorgular çocuk. Anlayışsızlık duvarına çarpan türlü türlü dili fark eder, yorumlar daha sonra. Öyle ya da böyle, bizim istediğimiz gibi ya da değil bütün çocuklar yorumlar. Koşmaktan, konuşmaktan, yavaştan, matematikten, Türkçeden,  ötekinden ve berikinden ben ne anlıyorum, öğretmenim ne anlıyor, okul niçin var, ben neden buradayım diye sorar, sorgular sürekli. Tam bu nokta da ise ifade edebilme imkanı girer devreye. Okullarda çocuklara ifade edebilme şansı verilmez. Tıpkı benim EYT mağduru öğretmen arkadaşıma verilmediği gibi. Öğretmen ‘Koşma!’ der, daha hızlı koşar çocuk. Sırf kendisini ifade edebilmek için sınırları zorlar. Öğretmen arkadaşım sinirlenir. Koşmalarını engellemek için orada olduğuna inandırmıştır kendisini. Aslında mesleğinin ilk yıllarında var olan çarpıklığı o da fark etmiştir. Değiştirmek de istemiştir lakin ne mümkün! Kendisine izin verilmemiş, eski köye yeni adet getirmemesi gerektiği sertçe söylenmiştir. Halbuki biz çocukların doğasına uygun davranırsak sınırları başka alanda da zorlayabilir çocuklar. Çünkü doğuştan öğrenme ve yaratma hissiyatı ile güdülenmişlerdir. Resim, heykel, müzik, dans, drama, sinema girerse devreye ne güzel olur. İmkan sunarsak yaratıcılıklarını, özgünlüklerini koyarlar ortaya. Düş dünyaları beslenir. Çocuğun sanatsal bir çaba içerisine girmesi sorumluluk duygusunu besler. Hele ki bu işbirliğine dayalı bir çaba gerektiriyorsa (tiyatro, drama, müzik grubu vb.) daha etkili olur.  Sanat birçok şeyin anlaşılmasına zemin hazırlar. En çok da kültürün tanınmasıdır. Ne alakası var diyebilirsiniz belki ama sanat, doğanın keşfidir.  Bugün her okul fiziki olarak doğa ve çevre dostu olarak tasarlanamaz belki ama; doğadan ilham alabilir. Kurdu, kuşu, ağacı, börtü böceği tanımak; kendinden olmayanı, içerisinde yaşadığın eko sistemi tanımaktır. Başka sevgilere kapı açmaktır. Doğaya sevgisini sunan çocuk kendisi gibi düşünmeyen insana da sevgisini gösterir. Ben defterimi doldururken kaç kere Dombra çaldı sustu, kaç kere koşarak dışarı çıkıp nazlanarak içeri girdi çocuklar anımsamıyorum. Kafamı defterden kaldırdığımda siyah demir kapının önünde anne babalar bekliyordu. Zengin olmadıkları hallerinden, giyim kuşamlarından belliydi. Çoğu kadındı. Bir grup kadın sınıf öğretmeninin dedikodusunu yapıyordu. Çocukları için, aman haa sakın yanlış anlamayın. İyi şeyler söyleyenleri de duydum. Sessizce kalktım, banktan durağa doğru yürüdüm. İlk gelen otobüse bindim. Havaların ısınmasından ötürü herhalde otobüs buram buram emek kokuyordu. Son sayfaya son soruyu yazdım. Çocuklar için ne yapmalı? Geride bıraktığımız hafta sonu eski notlarımı karıştırırken gördüm bu yazdıklarımı. O günlerin öncesinden bu güne kadar benzer minvalde “o çocuklar” için çabalıyorum. Bu konuda bir sürü yol arkadaşım eğitimci dostum da var. Bir şeyler de yapabildiğimize, farkındalık yaratabildiğimize  inanıyorum. Ama bilinç düzeyinde ne kadar yaygınlaştırabildik emin değilim. Çünkü söylemlerimizin aksini iddia eden ve ekonomik döngü için mevcut durumun devam etmesini isteyen çok büyük bir kitle var. Bütün bunları düşünürken aklıma İletişimci Yazar Ateş İlyas Başsoy’un son kitabında okuduğum bir pasaj geldi.  Afrika iç savaşlarında kullanılan yaygın bir yöntem varmış. Erkek çocukların ellerini keserlermiş. Elleri kesilen çocuklar büyüyünce savaşamasın diye böyle bir yöntem bulmuşlar. Elleri çocukken kesilmiş ve artık otuzlu yaşlarda olan adam evlenmiş çocukları olmuş. Ellerini kesen adamla aynı sokakta yaşıyorlarmış. Karşı komşusu olmuş adam. “Barış” demiş elleri kesik adam, “Barış sadece gelecek için yapılır.” Eğitim sistemi yıllarca tabir yerindeyse bizlerin ellerini kesti. Ve eğitim bugünden başlayarak çocuklarla birlikte sadece gelecek için yukarıda bahsettiğim saiklerle planlanırsa anlamlı. Yine Başsoy’a atıfla bitireyim. Seni sevmeyeni de sevebildiğin “radikal sevgi” temelinde. Sağlıcakla kalın…