Neredeler” diye sorduğumda aldığım cevap hiç şaşmaz, “kaçtılar” veya “göçtüler” olurdu. Kaçmak ve göçmek. Göçmek malum umudu da barındırır ve bir hayale, ümide doğru yol almak geçer insanın aklından. Ama kaçmak ile aynı cümle içinde kullanıldığı zaman gri ve boğuk bir hava, derin bir hüzün çöker akla. İmgeler bulanıklaşır, ruh karamsar, insan kötümser oluverir. Temel içgüdü meraktı galiba. Bu insanlar kimlerdi? Neden tuğla tuğla ördükleri evleri, ektikleri toprakları ve diktikleri ağaçları bırakıp gitmişlerdi? Acaba şimdi neredeydi onların çocukları? Çocukluğumuzun merakını öyle bir hadım ediyorlar ki merak yerini boş vermişliğe bırakıyor. Merak da galiba tıpkı bu topraklardan kaçıp göçmek zorunda kalmış niceleri gibi gözden kayboluyor. Ermenilerle tanışmam o zeytin ağaçları ve arada top oynarken kırdığımız camlar, işlediğimiz kabahatler vasıtasıyla oldu. Bir milletle artık yaşamadıkları topraklarda ve içinde olmadıkları olaylar vasıtasıyla tanışmak oldukça garip. Gölgeleri olmayan suretlerle tanışmak gibi. Bu konu ne zaman açılsa farklı kişilerin benzer yüz ifadesine bürünüp kaşlarını çatarak ve “Er” hecesine oldukça sert bir vurgu yaparak Ermeniler demesine hiç anlam veremezdim. Cümlelerinin devamına da hiç şaşmaz şekilde “Gavur tohumları” sloganı ilişirdi. Burada “gavur” denen ağaç mı, tohum mu, yoksa Ermeniler miydi? “Kabahat” işlediğimizde kulaklarımızın ilk işittiği cümlelerden birinin “Seni Ermeni tohumu seni” olması hikayeyi daha da içinden çıkılmaz bir hale büründürüyordu. Kabahat ile Ermeni olmak arasında bir özdeşlik mi vardı? Galiba “Afedersin Ermeni dediler” cümlesi anlamını ve meşruluğunu geçmişin günahlarından alıyordu. Akıp giden zamanla birlikte önce tehcir akabinde ise soykırım sözcükleriyle tanıştım. “Millet-i sadıka” vurgusunun ihanetin anlatımına payanda edildiğini gördüm. Korkunç bir kakafoni alıp başını gidiyor lakin hiç kimse, ama hiç kimse hikâyenin öznesi olan bu insanlar kimdi diye sormuyordu! Hiç görmediğimiz, bilmediğimiz, konuşmadığımız, dinlemediğimiz ama bize azılı düşman diye tanıtılan bu insanlar kimlerdi? Başlarına ne gelmişti? Nedendir bilmem ne zaman bu mesele açılsa konuşan insanın aslında kendisiyle kavga ettiği hissiyatına kapılıyorum. Sanki içimizdeki Ermeni’yi bastırmak için dışarlarda, çok uzaklardaki Ermeni’yi yakın edip onunla gölge boksu yapıyorduk. En can alıcı yerin en ehemmiyetsiz soruda vücut bulması da buraya denk düşüyor. İlk kim saldırmıştı? Bu, yumurta mı tavuktan yoksa tavuk mu yumurtadan çıkmıştı kadar anlamsız, gereksiz ve artık geçersiz bir soruydu. Yüz yıllık düşmanlıkta nesiller birbirini görmeden ardı arkasına toprakla buluşurken nefreti zinde tutmak isteyen siyasiler verdikleri suflelerle bizlere bu soruları söyletiyorlar. Bu sorular bizim değil. Bu cümleler aklımızdan, kalbimizden süzülmüyor. Neyse artık konumuza, zeytin ağaçlarına dönelim. Bilen bilir, zeytin ağaçları bin yıla kadar yaşayabilen eşsiz canlılardır. Gövdeleri çürümeye ve darbelere karşı çok dayanıklıdır. Bunu öğrendiğimde acaba yerinden yurdundan edilen insanlar da maruz kaldıkları darbelere karşı dayanıklı kalabildiler ve uzun yıllar yaşayabildiler mi diye düşünmeden edemezdim. Onların her biri benim için birer zeytin ağacıydı. Zeytin ağaçları erozyona karşı da oldukça etkilidir. Bu da bana ümit veren bir diğer husustu. Onlar da tıpkı zeytin ağaçları gibi karşı durabilmişler miydi erozyona? Toprağa karışmadan ayaklarını basacakları yeni bir toprak bulabilmişler miydi? Zeytin ağaçları ayakta kalabiliyordu. Onların da kaldığını umut ettim. Ayrıca yangınlara karşı da dirençlidir zeytin ağaçları. Yanmış olsalar dahi kısa zamanda “sürgün” verirler. Sürgün vermek ile sürgün edilmek. Ne yaman çelişki. İşte bu zeytin ağaçlarının diğerlerinden farkı da burada ortaya çıktı. Zeytinler sürgün verirken Ermeniler sürgün edilmişti. İçimdeki şarkı tam da bu dizede bitti. O zeytin ağaçlarına ne mi oldu? Asırlar önce dikilen o ağaçları yakın zamanda köklerinden söktüler, üzerine de beton döktüler. Merakın, aklın ve vicdanın üzerine beton dökenlerin başka türlü davranması da beklenmezdi. Zamanın saramadığı yara yok derler ya hani. Heyhat bir daha düşünsünler zira kabuk bile bağlamayan yaralarımız var. Peki o zaman son bir soru soralım: Zeytin dallarını neden güvercinler taşır ve neden güvercin ürkekliği bir insana yüklenir?