21.yüzyılda sosyal demokrasiyi nasıl tanımlayabilirsiniz?

Konuya doğrudan sosyal demokrasi tanımından değil de bir iki cümle ile daha geniş bir çerçeveden yaklaşmak istiyorum. Şöyle: Hepimiz biliyoruz ki bilim, ilk olarak iki ana kola ayrılmaktadır. Bunlardan biri doğa bilimleri diğeri ise beşeri bilimler. Beşiri bilimler ile doğa bilimlerinin ikiye ayrılmasındaki temel fark ise izledikleri yöntemlerin ve ulaştıkları sonuçların farklılaşması. Doğa bilimlerinden mesela kimya H2O ‘yu su molekülü olarak tanımlar. Atomlar belli sayılarda bir araya gelmiştir ve bu tüm evrende aynıdır. İki hidrojen ve bir oksijen atomu bir araya geldiğinde su molekülünü oluşturur, bilim yasaya ulaşmıştır. Oysa sosyal bilimler için aynı genel geçerlik ve aynı kesinlikten bahsetmek mümkün değildir. Örneğin bizim şuan konuştuğumuz “Sosyal Demokrasi” konusu… Bu konuya bilimsel bir tanım getirmek mümkün olsa bile getirilen tanım ancak açıklanmak istenen evren kadar anlamlı olabilir. Daha açık bir ifade ile şöyle söyleyebilirim: 19. yüzyıla baktığımızda bir sosyal demokrasiden bahsetmemiz mümkün değil. 20. yüzyılın ilk yarısında ise kendine çeşitli kamuflaj sebepleriyle sosyal demokrat diyenlerin büyük bir kısmı sosyalist… Yüzyılın ikinci yarısına doğru Karl Kautsky ve Eduard Bernstein doğru ve haklı müdahaleleriyle bugünkü sosyal demokrasinin temelleri atılmış oldu. Ancak yine altını çizerek vurgulayalım 20. yüzyılda yaşanan Dünya Paylaşım Savaşları neticesinde ortaya çıkan ulus devletlerde gelişen sosyal demokrat hareketler de özellikle pratikler bakımından birbirinden oldukça büyük farklılıklar gösterdi. Hele hele kültürel sosyal bağlar açısından bu fark daha da arttı. 

Ancak herkesin bildiği gibi lokal ya da ulusal sosyal demokrat iktidar merkezlerinde ne yaşanırsa yaşansın soysal demokrasinin özgürlük, eşitlik/ adalet ve dayanışma gibi temel ilkeleri herkes için her zaman vardı.

Dolayısıyla 21. yüzyılda sosyal demokrasiyi yeniden tanımlamak değil de dünya da bunca değişim varken sosyal demokrasiyi yeniden tartışmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Örneğin çevre sorunları almış başını gitmiş, yaşanabilir toprak solunabilir hava neredeyse kalmamışken; kapitalizm vahşiliğinden bir şey kaybetmemiş üstüne üstük bir de 1980’lerle birlikte Refah Devleti yıkım süreciyle birlikte daha da örgütlenmiş yeni sağ ve yeni olmayan sağın ezelden beri sahip olduğu standart, bencil ve “hayatta kalma” dürtüsünden beslenen insan altı kimliğini daha da organize olmuş bir haldeyken;  etnik kimlikler ve mikro milliyetçilikler küçük grupların önüne temel besin kaynağı diye atılırken sosyal demokrasinin çözümleri bakımından daha kapsamlı hale gelmesi için bilimsel ve politik tartışmaların yoğunlaştırılmasından başka bir çarenin olduğunu düşünmüyorum. Özetle ifade etmem gerekirse 21. yüzyılda da sosyal demokrasi 20. yüzyılda sahip olduğu evrensel değerleri taşıyan ancak çözmesi gereken sorunlar bakımından daha büyük bir deftere/ yapılacaklar listesine sahip olan siyasi bir hareket/ dünya görüşüdür diyebilirim. Dolayısıyla PolitikYol’un açtığı “21. Yüzyılda Sosyal Demokrasi” tartışmasını önemli bulduğumu söylemek isterim.

-Türkiye'de sosyal demokrasinin gelişimi, CHP ve sosyal demokrasi ilişkisi konusunda ne düşünüyorsunuz? 

Türkiye’de sosyal demokrasinin gelişimi ya da daha doğru bir ifadeyle sosyal demokrasinin gelişememesi çok yönlü ve tarihsel ortaya çıkışı bakımından Avrupa’daki gelişiminden tamamen farklı. Nasıl farklı? Şöyle: Mevcut durumu daha iyi tahlil edebilmek için bu hususun bilinmesinin gerektiğine inanıyorum. Örneğin Avrupa’da aydınlanma nerede başladı? Teknoloji alanında mı yoksa felsefe alanında mı? Hepimiz hatırlayalım Rönesans ve Reformu… Ne sanayi devrimi vardı ortada ne de teknolojik bir alt yapı. ilk önce insanlar elbette toplumun ileri gelenleri sanatçılar, felsefeciler, bilim adamları  vs. mevcut statükonun yıkılması, sistemin darmadağın edilmesi için üretim yaptılar. Önce zihinsel bir değişiklik, vizyon değişikliği oldu. Ondan sonra gelişmeye başladı bilim. Bilim hataları gösterdikçe ve yeni şeyler buldukça daha güçlendi. Özellikle aç bir aslanın avına saldırması gibi saldırdı karanlığa. Hesaplaştı. Buradaki tartışma ve örneklendirme çok daha uzatılabilir ama buranın unutulmaması vurgulanması için bu kadar yeterli… Ama sakın unutulmasın! Peki bizim toplumumuzda nasıl oldu bu dönüşüm? Şöyle oldu: Osmanlı, gelişmekte olan ve güçlenen ülkeler Osmanlı’yı askeri alanda sürekli yenmeye başladılar. Osmanlı’nın mevcut askeri yapısı, sayıca ne kadar da fazla olsa savaşlarda toprak kaybetmenin önüne geçemiyordu. Askeri alanda gelişmiş ülkelerin kullandığı teknikleri gören Osmanlı, o tekniklere sahip olmak için düzenlemeler yaptı, yapmaya başladı. Peki, felsefe nerede? O felsefeye bağlı ortaya çıkan/ üretilen bilim nerede? Bilimin teknolojik çıktıları nerede? Yok. Dolayısıyla Osmanlı’da, Avrupa’daki gibi bir aydınlanma olmadı.

Aynı şekilde sanayiye bağlı ortaya çıkan toplumsal yapı da farklılaştı Avrupa’da. Bakın şimdi Avrupa’ya? Avrupa’da Sosyal Demokrasiyi destekleyen kesimle Türkiye’de Sosyal Demokrasiyi destekleyen kesim kimlerden oluşuyor? Avrupa Sosyal Demokrasinin içerisinde yoğun olarak sınıfsal bir taban vardır. Bu taban muhafazakarlara göre daha az okumuş, toplumsal statüleri daha düşük insanlardır. Oysa Türkiye’de bunun tam tersi. Sosyal Demokrat dediğinizde okumuş, yazmış, bilgi birikimi yüksek bir zümreden bahsedilir. Sanattan anlar, kültürden anlar. Türkiye’deki muhafazakarlar ise geniş emekçi kesimlerini kapsar. Türkiye Sosyal Demokrasisi bir anlamda “aristokrat”tır yani Batılı anlamda muhafazakar. Türkiye muhafazakarları ise yine Batılı anlamda bir reaya.  İşte Türkiye’deki sosyal demokrasinin kökeninde ve gelişiminde aydınlanma tartışmasının olmaması son derece etkilidir. Ne diyordu Marx  manifestosunda doğu toplumları için “tarihsiz toplumlar” yani kapitalist sınıfsal yapıların olmadığı toplumlar. İşte Türkiye’de sosyal demokrasi bu sınıfsızlık ortamında kök salmaya, güçlenmeye çalışmakta.

Dolayısıyla yukarıda bahsettiğim tarihsel süreç içinde sosyal demokrasinin ülkeye girmesi ister istemez sınıf üzerinden değil halk üzerinden olmakta. Burada açıkça şunu söylemek lazım halk kavramı jakobenisttir.  Kralın kafasını giyotine götüren sınıf değil halktır. Sınıf ise halkın içinde olup olmamasından bağımsız olarak pazar ve piyasa gücüne göre oluşan birlikteliktir. Bu konularla, teorik tartışmalarla yakından ilgili olanlar bilir Marx “kendiliğinden sınıf” ile “kendisi için sınıf” kavramlarını kullanır. İşte halk denilen o geniş grubun içinde “kendiliğinden sınıf” yani sınıf olduğunun farkında olmayan/ bilincinde olmayan çok sayıda insan bulunur. Toparlayacak olursak sınıfsal ayrışmalara yol açacak bir toplumsal yapının ve üretim ilişkilerinin olmadığı bir toplumda elbette sosyal demokrasi kavramı ve hareketi belki biraz da sosyalist sol hareketin de fiili etkisiyle CHP ile birlikte Türkiye siyasi hayatına girdi. 

CHP’nin sahip olduğu en önemli özellik ve güç olan “laiklik”, sınıfsal tartışmaların da önüne geçerek sosyal demokrasinin Türkiye topraklarında yaşayabileceği ortamı Sosyal Demokrasiye sağladı. Yoksa bir burjuva demokrat devrimi-aydınlanma devrimi ile sosyal demokrasinin yan yana gelmesi mümkün değil. Ama sosyal psikolojinin ünlü ihtiyaçlar hiyerarşisi sadece insanlar için değildir. Fikir ve hareketlerin de aynı insanlar gibi farklı hiyerarşide ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla önce fikrin yeşillenebileceği, çimlenebileceği bir ortam olarak laik bir zemin daha önemliydi.

Elbette zenginliğin paylaşımı ve sosyal demokrasi arasındaki CHP’nin ilk tercihi Bülent Ecevit zamanında oldu. Ecevit tarafından dile getirilen ve Sosyal Demokrat düşünceye uygun olarak gerçekleşen paylaşımın temelinde Ecevit’in İngiltere’de yaşayıp, İngiliz Sosyal Demokrasini yakından tanımasının etkili olduğunu düşünüyorum. Örneğin o dönemde İngiliz Sosyal Demokrasisi yoksul kişilerin, öğrencilerin, dezavantajlı grupların düşük bir kira karşılığında yaşamaları için, 1970’lere gelmeden 5 milyon sosyal konut yapmıştı. Türkiye’de bu tip konutların yapımına 2009 yılında başlandı. O da ayrı bir tartışma konusu ama Ecevit bu anlamda toplumsal paylaşım üzerinden bir sosyal demokrat iktidarı kurguladı.

Daha sonraki CHP ise Ecevit’in partiye kazandırdığı temel değerlere sahip çıkmayı sürdürdü. Ancak CHP ortaya çıkışı bakımından yukarıda belirttiğim gibi sınıfa değil halka dayanıyordu ve CHP’nin üzerinde tüm bunların dışında ve tüm bu sosyal demokrasi tartışmalarından bağımsız bir “kurucu parti” ya da en azından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun mirasçısı olma özelliği bulunmakta… Bu özellik CHP için zaman zaman bir kazanç zaman zamansa özellikle sosyal demokrasinin temel ilkeleriyle yaşanan çelişkiler bakımından büyük bir zayıf nokta oldu olmaya da devam etmekte.

-21.yüzyılda sosyal demokrasinin tıkanmış olduğu hakkında tartışmalar yapılıyor. Buna katılıyor musunuz? Katılıyorsanız bunun nedeni nedir ve çözümü için neler yapılmalıdır? 

Elbette buna katılmıyorum. Her siyasal ve toplumsal hareketin baskın olduğu ya da geride kaldığı dönemler olur ama tıkanmak farklı bir ifade. Sosyal Demokrat hareketin tıkanması yani artık fonksiyonunu yerine getirememesi disfonksiyonel olması için bazı şeylerin değişmiş olması gerekmekte. Peki ne değişti? İnsanlar artık sosyal demokratik iktidarın evrensel değeri olan özgürlüğe sahip mi? Bence hala özgürlük temel problemlerden biri. Üstelik Türkiye öznelinde durum gün gibi ortada. Lafını etmeye bile gerek yok. Emek? Dünya’da ya da Türkiye’de emek sermaye dengesi sağlanmış mı? Sosyal haklar tanınmış mı? Barış mesela sağlanmış mı? Yine Türkiye’den gidersek dün PKK ile halay çekip ağlayanların; Abdullah Öcalan yerine İmralı, PKK yerine Kandil dedirten iktidarların getirebileceği bir şey mi toplumsal barış? Bunlar ve bunun gibi pek çok şey hala çözüme kavuşmamışsa bence sosyal demokrat düşüncenin herhangi bir işlevsizliği yok demektir. Bahsedilen tüm sorunlara Sosyal Demokratların birbirinden farklı da olsa verecekleri çok sayıda tatmin edici yanıtı vardır.

Fakat soruyu sosyal demokrat iktidarın kurulamamasındaki etkenler nelerdir diye değiştirirsek o zaman işler değişir. Orada içsel ve dışsal onlarca sebep var. Bazıları küçük bir irade ya da yapısal bir düzenlemeyle aşılacak bazıları da uzun ve zorlu uğraşlar gerektirecek şeyler…

-Sosyal demokrasinin geçirdiği evreleri/dönüşüm ve değişimler onu egemen kapitalist ve neoliberal paradigmaya dahil etmiş midir? 

Şahsen ben hap ya da matematiksel bir formül gibi tasarlanmış dolayısıyla her zamanda her toplumun kullanımına uygun bir sosyal demokrasi görüşünün olmadığını düşünüyorum. Dahası yeni sorun alanları karşısında evrimleşmek ya da bunu dönüşmek olarak kullanmak daha uygun, bu dönüşümünden de daha doğal bir şey yok gibi. Dün olmayan bir sorun bugün var olmuş ise siz buna bir çözüm geliştirmek durumundasınız. Bu çok doğal…

Ancak sosyal demokrasinin kapitalist- neoliberal pradigmaya dahil edilmiş olması iddiası çok fazla temelsiz bir iddia. Tekrar sosyal demokrasinin ilk noktalarına dönelim kısaca neydi mesela oradaki temel tartışmalardan biri emek sermaye çelişkisinde şiddetin olmadığı, seçme iradesine dayanan bir emek iktidarının kurulması. Bugün sosyal demokratlar emek iktidarı kurulmamasını mı savunuyor? Elbette hayır. Dünün sosyal demokratları geniş yoksul kesimlerin sosyal güvenlik hakkını, barınma hakkını, yaşam hakkını savunurken bugünün sosyal demokratları artık yoksulların yaşam haklarını savunmuyor mu? Elbette hayır. Dolayısıyla başka bir paradigmaya girme ya da başka dümenlerin sularına girme görüşlerine katılmadığımı söylemeliyim.

Öte yandan ve bunun tersi olarak elbette kendi paradigmaları içinde neo-liberallerin zorunlu olarak klasik dönem de diyebileceğimiz sosyal demokrat söylemlere yaklaştığını söylemek gerekmez mi? Bir bakalım AKP’nin yaptıklarına. AKP kendini muhafazakar demokrat ve liberal olarak tanımlayan bir parti değil mi? Kesinlikle öyle. O zaman şurada bir römark koyalım ve diyelim ki hak ve takdir temelli sosyal yardım politikaları bir tarafa AKP iktidarı Thatcher’lerin Reagan’ların övünerek yıktıkları refah devletinin yaptıklarını yapıyor gibi görünmüyorlar mı? Bir bakalım 19- 20 milyon yoksul kişi devlet yardımlarından yararlanarak hayata tutunuyor. Oysa ne diyordu Thatcherlar, Reaganlar ve onların yerli kopyaları Özallar: “Vergi veren yurttaşın parasını vergi vermeyenlere harcayamazsınız!” görün bakın nasıl harcanıyor. Başbakan Çiller özelleştirmelere karar alınca “son sosyalist devleti de yıktık” dememiş miydi? Sanki Türkiye Cumhuriyeti sosyalist bir devletmiş gibi…

Dolayısıyla az önce koyduğumuz römark noktasına yeniden dönersek neo- liberal iktidarlar, çok kısa bir süre içinde, devletin öyle 1980’lerde bahsedildiği gibi geniş yoksul/ dezavantajlı toplumsal kesimleri göz ardı ederek yönetilemeyeceğini öğrendi ve kendi felsefi duruşlarına uygun olarak, sosyal demokrat devletlerin hak olarak gördüğü dayanışma noktalarını kendi takdir yetkilerine alarak, yani sosyal bir hak yerine istediğime yardım veririm destek olurum istediğime olmam diyerek, yeni bir “dayanışma” pratiği içine girdiler. Bu anlamda tekrar bir özetlemek gerekirse sosyal demokratların neo-liberal politikanın dümen suyuna girdiği görüşünün tam tersine, neo-liberal politikanın kendi felsefi duruşlarının onlara emrettiği şekilde insanı onursuzlaştıran, insan haysiyetini ayaklar altına alan bir yardım modellemesiyle sosyal demokrat kabullere uygun hareket ettiğini söylemek bence mümkün.

-Özellikle 1970lerin ortalarından itibaren değişen üretim biçimi dünyada sosyal demokrasiyi ve sosyal demokrat politikalar üretme süreçlerini nasıl etkilemiştir? 

Sanırım burada Fordizmden Post- Fordizme geçişteki değişiklikten dolayısıyla neo-liberal ve globalleştirmeci politikaların sosyal demokrat  politika üretim süreçlerini nasıl etkilediğini tartışmak istiyorsunuz.

Az önce  bahsettiğimiz gibi Avrupa devletlerindeki sosyal demokrat hareketler ve gündem ile Türkiye’deki sosyal demokrat hareket ve gündem birbirinden çok farklı. Avrupa içinde de kendi içinde farklılıklar var. Bunu bir daha vurgulayalım öncelikle.

Ama şunu da söylemeden geçmeyelim, Türkiye sosyal demokrat hareketi ve politikaları değişen esnek üretim, dünya genelindeki piyasaların tekleşmesi ve dahası tekelleşmesi gibi süreçlere bağlı olarak çok az bir alanda çok sınırlı olarak etkilenmiştir diye düşünüyorum. Bunda da en önemli dönüm noktası özelleştirmeler olabilir. Neden mi? Nedeni şu:

Bence ekonomik üretim biçiminin sosyal demokrat politikaları etkilemesi için öncelikli olarak sosyal demokrat politikaların üretim biçiminin toplumsal yapıyı şekillendirmesine bağlı olarak yapılıyor olması gerekmektedir. Türkiye’de böyle bir durum yok. Yani ekonomik üretim ilişkilerinin toplumsal yapıyı belirlediği falan yok. Çünkü ne işçilerin- emekçilerin ne de burjuvaların- kapitalistlerin kendisi bir sınıf olduğunun farkında. Türkiye’de yukarıda anlattığımız üzere başı üzerinde durmuş bir sosyal demokrat hareket var. Tekrar vurgulayalım Türkiye sosyal demokrat hareketi bir modernleşme/ aydınlanma çabasıdır.

Öte yandan bir ülke düşünün ki 1984 yılından beri 1. gündemi terör. 2. gündemi anti- laik saldırılar 3. gündemi belki işsizlik, o da belki. Yani Türkiye’deki fırtınalar başka yerlerde kopuyor.  Avrupa ise bunları çoktan aşmış ve iyi organize olmuş çıkar grupları üzerinden varlığını sürdürüyor. Bir de bence burası çok önemli, Avrupa’ya diğer geri kalmış ülkelerden gelen bir sermaye akışı var. Avrupa’daki piyasalar ya da  iktidar, ister sağ ister sol olsun, globalleşme yoluyla bir tekelleşmeye sahip… Yaşanan hiçbir kriz bizdeki gibi derinlemesine hissedilmiyor. Hatırlarsınız teğet geçen 2008 krizinde milyonlarca kişi işsiz kalmıştı ama bunların istatistikleri değiştirmek bakımından bile bir etkileri olmadı. Neden peki? Çünkü o krizde işten çıkarılanların çoğu zaten kayıt dışıydı yani istatistiki olarak ortada yoktu. Öte yandan özellikle 1980’den sonra ithal ikameci model yeniden canlandı. İkameci model manüple edildi. Bunun için ihale yasalarından tutunda pek çok yasa değiştirildi/ yapıldı. Siyasal iktidarla bu kadar sıkı ilişkilerin daha doğrusu ortaklıkların kurulu olduğu bir zengin zümresi nasıl yaratılmış olabilir?  Bu konularda sosyal demokrat politikanın yukarıda sıraladığım ekonomik eksenli politika yapma sıkıntıları ya da yetersizlikleri de eklenince dünyada 1970’lerin ortalarından itibaren başlayan ekonomik üretim biçimi değişikliklerinin sosyal demokrasiyi öyle aman aman da etkilediğini söyleyemeyeceğim.

-Türkiye sosyal demokrasinin iktidarı için nasıl bir siyasal çerçeve inşa edilmelidir?

Her siyasi partinin ana amacı iktidar olmaktır. Türkiye’nin 1980 sonrası siyasi tablosuna baktığımızda sağcı iktidarların ülkeyi yönettiğini görmekteyiz. Bu 35 yıllık dönemde sosyal demokrasi sadece koalisyon ortağı olarak iktidar sahibi olabildi. Ecevit ve partisinin iktidarını büyük ortak olarak kurduğu koalisyonu ise sosyal demokrasinin iktidarı olarak tanımlamak çok kolay değil, özel bir tarihsel dönemin ürünü olarak görmek lazım. AKP nin siyasal İslam ile neoliberalizmi buluşturan iktidarı ise sağcı, piyasacı iktidarların toplum üzerinde yaptığı tahribatı bir üst aşamaya taşıdığını gözlemliyoruz. Dolayısıyla sosyal demokrasi iktidar kurgusunu bu siyasal çerçeve içinde kurgulamalıdır. Neoliberal politikalara bağlı olarak kitleler mülksüzleşmiş, yoksullaşmış; rant üretimi ve paylaşımı temel iktisadi etkinlik olmuş, hukukun üstünlüğü ortadan kaldırılmış, otoriterleşme hız kazanmış. Artık Türkiye ilgili literatürde  hibrid rejim olarak kabul ediliyor yani kusurlu bir demokrasi bile değil bir sonraki durak diktatörlük. Bu koşullarda sosyal adaleti savunan, hukukun üstünlüğüne inanan, siyasal islamın yıkıcılığına direnen laikliği vazgeçilmez gören demokratik bir iktidar her zamankinden daha fazla gerekli. Peki, sorunuzu merkeze koyarak düşünürsek bu iktidar nasıl kurulabilir? Türkiye belki tarihinde hiç olmadığı kadar derin bir karanlığa ve demokrasi krizine doğru sürükleniyor. Ana sorunlar işsizlik yoksulluk, siyasal islamcı hareketlerin laikliğe karşı yürüttüğü savaş ve Kürt sorunu olarak tanımlanabilir. Ve AKP bu sorunları çözme konusunda başarılı olma şansı yok çünkü bu sorunların asıl kaynağı kendisi. AKP neoliberal kapitalizme uygun popülist yeniden dağıtım mekanizmalarını üreterek (gıda yardımları, gıda vakıfları, kentsel rantların bir kısmının dağıtılması vb) bugüne kadar rıza üreterek oy devşirmiştir. Ancak hem ekonomik hem de sosyal olarak yolun sonuna daha iyi bir ifade ile yeni bir tarihsel aşamaya gelmiştir. Dolayıyla bugün Lenin ifadesi ile “yönetenlerin yönetemediği, yönetilenlerin ise yönetilmek istemediği” bir tarihsel uğrağa varmış durumdayız. AKP’nin iktidarını sürdürmesinin yolu seçimin ortadan kaktığı rejim kurmasına bağlı hale gelmiştir. Bu uğrakta, kısıtlı da olsa siyasal temsilin gerçekleştiği bir rejimi tamamen ortadan kaldırabilecek bir “şeriatçı kalkışma ve devamında şeriatçı diktatörlük” ortaya çıkabilir ya da sosyal demokrasinin önderliğinde daha katılımcı, neoliberalizme direnen laik orta sınıfların, demokratik Kürt  hareketinin, haziran hareketi gibi unsurların içinde yer alabileceği bir demokrasi cephesi ile bu gerici tarihsel blok dağıtılabilir.Ancak böyle bir demokrasi cephesinin oluşturulmasının katılımcı unsurların farklılığı göz önüne alındığında kolay olmayacağı söylenecektir.Doğrudur ancak bu gelinen noktada tüm taraflar ya demokrasi ya diktatörlük seçeneğini düşünmek zorundadır.