Hitler’in tiranlığına dönüşen Avrupa’da akrabalarını yitiren, Stalin Sovyetlerinde birbirinden ayrı düşen bir aile, bu defa da Orban Macaristan’ından kaçıyor.  “Umarım barış ve huzur içinde yaşayabileceğimiz bir hayatı -sonunda- kurabiliriz.” London College of Communications Üniversitesi’ni bu sene bitiren öğrencilerden birinin büyük büyük annesine yazdığı mektubun son cümlesi bu. Jenerasyonlar boyunca otoriter zorbalardan kaçmak zorunda kalmış bir ailenin son umudu. Bugünü. Mektup, Borisz Ascher’ın bitirme projesinin merkezinde duruyor. Etrafında ise ailesinin geçmiş yüzyılından hayatta kalabilmiş fertlerinin portreleri var. Gençlikleri ve bugünleri. “Zamanda yolculuk yapan” bir mektup ve sergi kurgulanmış. Hayatta kalabilenler diyorum çünkü Avrupalı ve Yahudi bir aileler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise kendilerini Sovyet Rusya’da bulmuşlar. Soykırımdan kurtulmuşlar ama zorbalıktan kurtulamamışlar. Borisz’in anneannesi, kendi annesini geride bırakarak Macaristan’a göç etmek zorunda kalmış. Büyük büyük anneyle, ailenin teması da burada bıçak gibi kesilmiş. Bir daha birbirlerinden haber alamamışlar. Ama özgürlüğe biraz daha yaklaşabilmek için vardıkları Macaristan’ı, sadece bir jenerasyon sonra, yani bugün, yeniden terk etmek zorunda kaldılar. Hitler’in tiranlığına dönüşen Avrupa’da akrabalarını yitiren, Stalin Sovyetlerinde birbirinden ayrı düşen aile, bu defa da Orban Macaristan’ından kaçıyor. Borisz, Maceristan’da ismi yüzünden karşılaştığı anti-semitizm’i, bir zorbanın arka bahçesine dönüşen ülkede ne doğru düzgün bir eğitim ne de hakkıyla iş sahibi olamadıklarını anlatıyor. Bir yüzyıldır otokratlar yüzünden darmadağın olan ailesinin yüzlerinden biri, tam da bu sebeple, kendisi. Özgürlük düşmanlarının termometresi gibi bir öykü var o birkaç yüzün tarihinde. Tarihin ilerlemesinden nefret eden zorbaların ortak nefreti var. İtiraz edene, azınlıklara, koltuğun rahatını bozanlara karşı öfkelerinin izleri var. Borisz, annesinin dahi hiç tanımadığı büyük büyük annesine, bu zorbalık tarihini anlatıyor. Ailenin Rus diktatörden de Macar otokrattan da uzakta, İngiltere’nin küçük bir kasabasında yeniden başladıkları hayatın fotoğraflarıyla bitiyor sergi. Borisz’in büyük annesi için, hayatının artık son yıllarına rast gelen bir büyük değişim bu. “Ajan” olduğu düşünüldüğü için bir türlü mutlu olamadığı ülkesini bırakıp giden, 90’larındaki bir kadın o. 4 çocuğunu da dünyanın dört bir yanına yollamış, ömrünü evinde huzursuz ailesinde yalnız hissederek geçirmiş bir kadın. Hareket edebilmek için bir tekerlekli sandalyeye muhtaç olduğu bir dönemde evini bırakmak zorunda kalmış biri. Borisz’in annesi için ise yaşamının tam ortasında, tek bildiği memleketi terk etmek zorunda kaldığı, bir nevi gönüllü sürgün olmanın öyküsü var fotoğraflarda. Onlarca yıl doğduğu ülkede yabancı hissetmenin ardından, şimdi yepyeni bir kasabada yabancılığa alışmak zorunda. Büyürken mücadele etmek zorunda kaldığı zorbalıktan çocuklarını kutrarmak için hayata yeniden başlamak zorunda kalmış biri. Borisz için ise hikayenin henüz başı. Duygusal sürgün olduğu Macaristan’dan sonra İngiltere’de aidiyet arayışının başlangıcı. Kendi portresinde umudun da korkunun da aynı anda temsiliyet bulması tesadüf değil. Ama belki de en önemli hikaye, teker teker fertlerin deği, Ascher Ailesinin öyküsü. Çünkü onlar, jenerasyonlar boyunca, zorbalıkla arkasına geniş halk kitlelerini toplamış, öfke ve nefretten beslenen bir siyasetin sonuçlarını bizzat yaşamışlar. Bugün de yaşamaya devam ediyorlar. Yalnızca birkaç fotoğraf, özgürlüğe düşman rejimlerin yarattığı şahsi trajedileri göstermeye yetiyor. Borisz’in sergilediği fotoğrafların hemen yanında, bir başka öğrencinin enstolasyonu var. Büyük babasının on yıllar boyunca çektiği fotoğrafların filmlerinden inşa edilmiş, minik bir ev bu. İçine girip, o küçük fotoğraf karelerinin arasında zamanda yolculuğa çıkıyorum. Bilindik bir durak hemen karşıma çıkıyor. Algıda seçicilik mi dersiniz, tesadüf mü, bilemem. Ama binlerce fotoğrafın içinden İstanbul’da çekilmiş tek kare düşüyor önüme. Yeni inşa edilmiş Boğaz Köprüsü, boğazın göbeğinde duruyor. Anadolu yakasının yemyeşil sırtları da arkasında uzanıyor. O küçük ev, bir anda taze balık ve deniz kokuyor. Ev gibi kokuyor yani. Achesonlar’ın öyküsüne benzer hikayeler yaşayan binlerce aile geliyor aklıma. Kendini vatanında yabancı hissettiği için tanımadığı bir ülkeye göçüp, duygusal sürgünün mütemadi yabancılığına kendini mahkum edenler geliyor. Bizim hikayemiz geliyor. Ne yazık ki biz de trajediler biriktiren bir ülkeyiz artık. Borisz ile tanışmıyorum ama onu çok iyi tanıyorum. Hiçbir zaman evinde hissedememenin tedirginliğini büyük büyük annesinden miras almış Borisz. Tam da bu yüzden onlarca yıl sürmüş sürgünlüklerin ardından, “sonunda” huzurlu bir hayata kavuşabilmenin ümidiyle bağdaştırıyor fotoğraflarını. Ve tam da bu yüzden ailesini İngiltere’ye emanet edip, Ortadoğu’da kendi ülkelerinde sürgün hayatı yaşayan insanların fotoğrafını çekmek için yola koyuluyor. İşin trajik yanı, tıpkı kendi ailesi gibi, bir Türk ailesinin de sergisini yapabilir. Bugün ailesiyle kendini İngiltere’de bulmuş bir gencin, büyük büyük annesine yazacağı bir mektubu yayımlayabilir. Ve o mektup da “sonunda” huzurlu bir hayata kavuşabilmek ümidiyle yazılmış olabilir. Trajediler biriktiren bir ülke olmak istiyor muyuz sahiden?