Rivayet edilir ki devrin ağasının “ay parçası” kadar güzel bir kızı varmış. Bütün gençlerin rüyasını süslermiş bu güzel kız ama ağanın korkusundan hiç kimse içinden geçeni açık edemezmiş. Sadece bir delikanlı, “ya bu kızla evlenirim ya da ölürüm” diyesiymiş; O da yoksul mu yoksul bir kadının oğluymuş. Bir gün köyün bütün kızları “subaşı”nda toplanmışken ağanın kızı da kendisine olan tutkusu, dağları, taşları saran delikanlıyı görmüş; O da “keşke olsa…” diye iç geçirmiş ama babasının korkusundan eriyen yüreğini kimseyle paylaşamamış. Delikanlı kararlı imiş; “ağanın kızına kavuşamayacaksam yaşamanın ne anlamı var ki?” diyerek, annesine açmış konuyu. YÜREĞİNDEN BAŞKA YÜKÜ OLMAMAK! Anneler, güzel insanlardır, çocuklarını korumak isterler; her türlü melanetten ama öte yandan sadece anneler anlar, “yüreğinden başka yükü” olmamanın ne demek olduğunu. Önce olmazlanmış annesi ama yüreği kanayan oğlunu yüzüstü bırakmanın bir anneye yakışmayacağını düşünerek varmış ağanın kapısına. “Böyleyken böyle” demiş. Ağaları bilirsiniz; zalimlik hep diz boyudur onlarda. Öfkelenmiş önce; sonra da aşağılamak için aklına bir oyun yapmak gelmiş. “Bir şartım var” demiş; “eğer oğlun zemherinin en soğuk gününde sabaha kadar çırılçıplak kalabilirse kızımı Ona veririm.” Kadıncağız çaresiz, geri dönüp, ağanın isteğini anlatmış oğluna. Delikanlı için hayat, sevdiğine kavuşmakmış; hiçbir zorluk, sevdiğine ulaşmasına engel olamazmış. Ağanın isteğini hemen kabul etmiş. Zemherinin kışı denince durup düşünmek gerek. O zamanlar henüz yazılmamış ama delikanlının ruh hali tıpkı Metin Altıok’un şiirleştirdiği gibi: “Yine de ele güne karşı, Özenle saklıyorum yüreğimde Sana duyduğum aşkı, Dört yanım kar içinde.” HAYAL İLE HEDEF ARASINDAKİ FARK! Etrafta ağanın gözetleyicileri, orta yerde çırılçıplak halde delikanlı, hep beraber sabahın gelişini beklemişler. Kimse şans vermemiş ama delikanlı, “hayal ile hedef arasındaki farkın eylem olduğu”nun bilinciyle direncine ve inancına sahip çıkmış. O sırada uzak dağların başında çobanların yaktığı ateşi görmüş ve o ateş, inancını da direncini de kat be kat artırmış; ateşin yandığı tarafa bir sağını bir solunu dönerek sanki o ateşin başında ısınıyormuş gibiymiş. O inançla “sabaha sağ çıkmaz” denilen delikanlı, gün ışıdığında, ağanın karşısına turp gibi sağlam çıkmış. “Kraldan çok kralcı” olan ağanın adamları, son bir hamle yapıp, delikanlının kurala uymadığını; uzak dağlarda yanan “çoban ateşi” ile ısındığını söylemişlerse de ağa çaresizlik içinde son bir kez kızına sormuş. Görmüş ki kızı da delikanlı için yanıp tutuşuyormuş; mecburen “varın erin muradınıza” demiş. BİN KİLOMETRELİK YOLA DA BİR ADIMLA BAŞLANIR! Böyledir işte; bir hayaliniz varsa o hayali önce hedef haline getirip, sonra da gerçekleştirmek için adım atarsanız, başarırsınız. Çinliler, bu durumu anlatmak için “bin kilometrelik yola da bir adımla başlanır” derler. Ama asıl mesele, her durum ve koşulda “kraldan çok kralcı”ların atılan bu adımlara engel olmak için canhışar çabalar içine girmeleridir. Tarih onlardan bahsetmez ama tarihin her döneminde söz söyleme gücüne sahip olan bu “tipler”in asıl amacı, iktidarın istemediği birey ya da kurumlara engel olmaktır. Görece rahat olunan ortamlarda “mangalda kül bırakmayan” bu tipler, baskı ve tahakkümün hüküm sürdüğü tarihsel dönemeçlerde, “iktidardan bağımsız olmanın” imkansız olduğu zehabına kapılırlar. Bu nedenledir ki iktidar kimin itibarını yerle bir etmeyi hedefine koymuşsa “sahibinin sesi” olmayı marifet sayan medyanın da hedefinde o vardır. Bir kısmı açık açık “kraldan çok kralcı” gibi hedefe kilitlenir; bir kısmı ise “objektifmiş gibi” görünerek, kendisine biçilen “misyonu” yerine getirmekten diğerlerinden geride kalmaz. Bir kez eğilmeye başladılar mı; daha çok eğilmedikleri için muktedirlerin gadrine uğramaktan kurtulamazlar. Zordur ama gene de hayat bulur iktidardan bağımsız durabilme iradesi! Elbette büyük bedel ödemeyi gerektiren bu duruşun bedeli, tıpkı Ahmet Şık örneğinde olduğu gibi hapishanelerin başgediklisi olmaktır. İSTANBUL, İSTANBUL’DAN ÖTEDİR! Canan Kaftancıoğlu’nun CHP İstanbul İl Başkanı olmasıyla birlikte medyanın bu içler acısı durumuna bir kez daha tanık olduk. Oysa hepi topu, CHP delegeleri, Siyasi Partiler Yasası’nın kendilerine verdiği rutin bir görevi yerine getirmişler; o rutin görevi yerine getirirken özgür iradeleriyle İstanbul’a yeni bir İl Başkanı seçmişlerdi. Önceki İl Başkanı ile girdiği yarışta ipi göğüsleyen Kaftancıoğlu tercihi, yasaların delegelere yüklediği rutin görevin, her zaman da “rutin” olmadığının kanıtı gibi. CHP delegesi, Kaftancıoğlu’nu İl Başkanı seçerken, yaptığı tercihin başta iktidar olmak üzere pek çok çevrede deprem etkisi yaratacağını bilemezdi. Depremin “öncü sarsıntıları”nı herkesten önce hissedenler vardı; onlar, günler öncesinden başlamışlardı feryatlarına! “söz söyleme imkanına sahip” olanların “feryatları”ndan ve “yalınkılıç” saldırıya geçmelerinden de anlaşılıyor ki Kaftancıoğlu’nun seçilmesiyle birlikte İstanbul’da kurulan “rant düzeni”nin sonuna görünmüş; “deniz bitmiş”. Demek ki “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır” sözü, bir klişe değilmiş! Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu durumu görmüş olacak ki Grup konuşmasının önemli bölümünü Kaftancıoğlu’na ayırmış; o kadar sert, o kadar acımasız ve o kadar öfkeli konuşmuş ki insan ister istemez, bir “il başkanı”nın neden bu kadar önemsendiğini merak ediyor. Anlaşılan o ki CHP delegeleri, yaptıkları tercihle yalnızca bir il başkanı seçmemiş; Türkiye için adeta bir “çoban ateşi” yakmışlar. Bilinir ki “çoban ateşi”ni yakmak zordur ama bir kez yandı mı sönmesi, sabahın aydınlığını bulur. İstanbul’da o “ateş” tutuşur mu; elbette Kaftancıoğlu ve ekibinin CHP’nin önemli bir yekünunu oluşturan ulusalcıları da kucaklayarak, farklılıkları zenginlik olarak görecek bir performansına göstermesine ve tarihin en kritik dönemeçlerinde “çatal kazık” olma rolü nedeniyle ileri hamle yapmakta zorlanan CHP’nin takınacağı tutuma bağlı ama anlaşılan o ki tesadüf de olsa yakılan “çoban ateşi”, gerekli etkiyi yaratmış. Şimdi sıra İstanbul’un aydınlanmasında!