Seçimlerin 24 Haziran’da olması, iktidar çevresinden pek çoğunun eteğindeki taşları dökmesine ve demokrasi kültürü açısından bir çeşit “turnusol kâğıdı” işlevi görmesine neden oldu. “İktidar bloku yetkilileri”, muhtemelen, ülkenin, “demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” diyen kendi gelenekleri tarafından yönetildiğini unuttuğumuzu düşünerek, bir kaç gün zarfında bazı “önemli hatırlatmalar” yapmış oldular. Birkaç rastgele örnek bile meramımızı anlatmak için yeterli olacaktır. ENİŞTEM BENİ NİYE ÖPTÜ? Bunlardan biri, Karamollaoğlu’nun önerisiyle adı muhalefetin Cumhurbaşkanı adaylığı arasında geçen Abdullah Gül’ün, Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın tarafından ziyaret edilmesi(!)dir. İnsani bir ziyaretin helikopter ile yapılmış olmasındaki tuhaflığı bir yana bırakalım; AKP Sözcüsü Bülent Turan’ın, "Bir lider Genelkurmay Başkanı'yla görüştüğü için aday olmuyorsa hiç olmasın" sözleri, yeterince net mesaj vermektedir. Öyle ya, durup dururken, “eniştem beni niye öptü?” diye sorulabilir. Bir diğeri diploma meselesidir. Hatırlanacağı gibi 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra zorunlu belgelerden biri olarak belirlenmiş bulunan diplomanın olmadığına ilişkin ciddi bir tartışma yürütülmüş; çeşitli diploma örnekleri servis edilmiş ancak tatmin edici bir sonuca ulaşılamamıştı. YSK, 327 Sayılı Kararı ile 307 Sayılı Kararındaki aralarında diplomanın da bulunduğu “zorunlu belgeler”in veriliş biçimini esnetmiş. Zorunlu olduğunu açıkladığı tarih 27 Nisan, “gerek yok” dediği tarih ise 29 Nisan! YSK’nın iki gün içinde iki ayrı karar vermiş olması, dört yıl boyunca yürütülen tartışmaya son vermekten çok, yürütülen tartışmanın kaynağına ilişkin net bir mesaj niteliği taşımaktadır. ARINÇ’IN YAZI-TURASI! Bu sürece “tüy diken” açıklama ise “parsel bilirkişisi” Bülent Arınç’tan geldi. Biz Arınç’ı, zorla istifa ettirilerek, yaptıkları unutturulmaya yüz tutmuş Melih Gökçek’in Ankara’yı “parsel parsel peşkeş çektiğine ilişkin” iddiası gibi pek çok “iddialı çıkış”ından hatırlıyoruz. “Özgül ağırlık” gibi iddialı çıkışlarının arkasında duramadığı için köşesine çekilmek mecburiyetinde bırakılmış Arınç, son olarak yeni bir “iddialı çıkış”ta bulunup, “Cumhurbaşkanı seçimlerini yazı da gelse tura da gelse Tayyip Bey kazanır” demiş. Siyaset, elbette bir iddiayı içerir; ancak Arınç’ın sözleri, siyaseten iddialı olmanın ötesinde, seçmen iradesi nasıl tecelli ederse etsin, her durumda Erdoğan’ın kazanacağını ima eder bir içeriğe sahiptir. Arınç’ın bu cümlesinin, referandumun oy verme günü YSK’nın toplanıp, yasanın açık hükmüne rağmen ve yasayı hiçe sayarak, “mühürsüz oylar da geçerlidir” kararını çağrıştırması da bu yüzdendir. Olabilir mi? Neden olmasın; “mühürsüz oyları geçerli saydıran bir zihniyet”, istediğine seçim kazandırmak için henüz gün yüzü görmemiş pek çok hamle yapabilir. Ancak biz biliyoruz ki ne “dünya düz”, ne de hayat, “tıpkı tren kompartımanları gibi birbirinden izole”dir. TÜRKİYE KAZANACAK, HEPİMİZ KAZANACAĞIZ! Hayatın en hoş tarafı, rutini göz önünde bulundurması ama en olmadık zamanlarda dahi hoş sürprizlerle süslemesidir. Yazı tura mevzuu da, spor karşılaşmalarında “top-kale” seçimi örneğinde olduğu gibi kura çekmek için sıklıkla başvurulan bir çeşit rutindir. Bu rutinlerden birini bozan hoş bir sürpriz, 2016’dki Copa America Turnuvası sırasında yaşanmıştı. Kolombiya ile Paraguay takımları arasında yapılacak maçın hakemi, Heber Roberto Lopes idi. Lopes, “top – kale” seçimi için taraflara “yazı mı, tura mı” diye sormuş ve elindeki parayı havaya fırlatmıştı. O an, hakemler de, takımların kaptanları da yere şaşkınlıkla bakakalmışlardı. Çünkü para, dik gelmişti. 24 Haziran’da, seçmen, yazı-tura bekleyenleri ters köşeye yatırabilir; toplumsal huzur, güçlü bir demokrasi, kardeşlik ve adalet için hoş bir sürpriz yapabilir. “Yazı da gelse, tura da gelse biz kazanacağız” diyenlere sesleniyorum; “bu sefer dik gelecek”; Türkiye kazanacak, hepimiz kazanacağız.