Türkiyede antikomünizm, teşekkül ettiği ilk zamanlardan beri asla sadece komünizm aleyhtarlığının ifadesi değildir. Komünizm, başta dinsizlik olmak üzere, modernite ve batılılaşmanın aşırı bir şekli olarak değerlendirilmektedir. Geçen haftaki yazımda Türkiye’de aşırı sağ(cılaşma) fenomenini tanımlamaya çalışmıştım. Bu deskriptif yazıya ek olarak, bu ikinci yazıda daha geniş bir perspektiften bazı çözümlemeler yapacağım. Dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de yeni aşırı sağın neşv-ü nema bulduğu yer internet, daha açık bir adres vermek gerekirse sosyal medya. Sosyal medya, gittikçe yoksullaşan bir ülkenin kasvetli atmosferinde, milyonlarca alt-orta sınıf gencin tek eğlencesi. Türkiye hayatın keyifli olduğu bir ülke değil. Bu uzun zamandır böyle. Bu durum sadece ekonomik kriz, enflasyon, hatta genel olarak yoksullaşma üzerinden açıklanabilecek bir durum değil. Bu durumun kültürel ve politik sebepleri de var. Dinsel kültür etrafında oluşmuş geleneksel toplumsal kontrol mekanizmaları çözülürken yerini sosyal hayatın her alanı üzerinde güçlü bir devlet kontrolüne bırakıyor. Geçmişte askeri-bürokratik elitin toplumun ilerisinde olduğu, ona önderlik ettiği Tanzimat’tan 1980’lere kadar geçen tarihsel serüvenimize zıt şekilde, bugün toplum devletin ilerisinde “kalmıştır”. Bu durumun sebebi toplumun özellikle ileriye gitmiş olması değildir, toplum zamanın doğal akışı içinde şehirleşmiş ve sekülerleşmiştir. Buna mukabil 1980’den, hatta 12 Mart’tan başlayarak devlet önce milliyetçi-muhafazakâr ideolojiye mensup bürokratik kadroların, daha sonra da İslamcıların eline geçmiştir. Zaten bu iki grup arasında da devamlılık vardır ve bürokrasideki İslamcı örgütlenme hep diğer sağ kadrolarla bir ittifak-koalisyon mantığı içinde örgütlenmiştir. Fakat bu iki grubu aynılaştırmak da yanlış olur. Söz gelimi Türkiye’de 12 Eylül rejimi nüfus planlamasını aktif olarak desteklerken, İslamcılar tam tersi bir pozisyona sahiptir. Eski tür milliyetçi-muhafazakarlık nispeten uçucu ve belirsiz bir ideolojik konumlanmayken, İslamcılar batılılaşmaya ve sekülerleşmeye karşı rövanşist bir hınçla toplumsal evrimi tersine çevirmeyi başlı başına siyasi bir ajanda olarak benimsemişlerdir. Bu toplumsal hayatı şüphesiz etkilemiştir: RTÜK ve Türk televizyonlarının yayınları üzerindeki kısıtlamalardan içki politikasına kadar her alanda çarpıcı örnekler mevcuttur.
Woke jargon tüm ilerici/sol diskuru salt kimlik meselelerine indirgeyerek, tüm söylemini ahlaki üstünlük ve tarihsel haklılık argümanları üzerine inşa etti ve tam da bu nedenle karikatürize hâle geldi
Üzerinde durulması gereken bir başka mesele, bugün Türkiye’de hiçbir surette güçlü bir komünist hareketten bahsedilemeyeceği hâlde, antikomünizmin popüler versiyonlarının yeniden üretilerek dolaşıma girmesidir. Bunun iki veçhesi vardır: Türkiye’de antikomünizm, teşekkül ettiği ilk zamanlardan beri asla sadece komünizm aleyhtarlığının ifadesi değildir. Komünizm, başta dinsizlik olmak üzere, modernite ve batılılaşmanın aşırı bir şekli olarak değerlendirilmektedir. Bu yüzden Türkiye’de 1940’lar sonu, 1950’ler başında oluşmuş ilk antikomünist örgütler (Milliyetçiler Derneği, Komünizmle Mücadele Dernekleri) hem milliyetçi ve mukaddesatçı sağın buluştuğu, hem de temkinli şekilde ve kısık sesle de olsa Tek Parti Dönemi CHP’si ve batılılaşma eleştirisi yapılan yerlerdir. İkinci olarak, bu komünizm karşıtlığının daha farklı bir popüler şekli de vardır. Bu Türkiye’nin toplumsal şartlarına kabaca uyarlanmış bir sağ liberteryenizmdir. Bu cenahtaki bazı düşünürlere olan sathî ilgi, örneğin Murray Rothbard’ın yeniden keşfi, dünyadaki alt-right eğilimlerle de koşuttur. Bundan da öte, piyasanın düzenleyiciliğine olan iman, sosyalizmin bir tembellik/asalaklık ideolojisi olarak niteleme, sosyal devlet karşıtlığı giderek yerli bir “altta kalanın canı çıksın” ideolojisine dönüşür ki bu da temelde esnafın ve küçük ticaret erbabının dünya görüşü çevresinde anlaşılabilir. Türkiye’deki düşünsel ortam sürekli dışardan, çevirilerden beslenirken, onları hızla yerlileştirmekte, melezleştirmektedir. Tabii bütün bunların ötesinde, yukarda bahsettiğim antikomünizmi bugün daha geniş hatlarla bir sol karşıtlığı olarak görmek doğru olur, çünkü Türkiye’de özellikle Gezi’de kristalize olan bir yeni sol ortaya çıktı. Bu yeni sol, 1970’lerin solundan farklı şekilde, öncü hareketler ve sınıf mücadelesi üzerinden değil, anti-otoriter bir hürriyetçi ajanda üzerinden kendi tanımladı. Bu geçmişin örneklerinden farklı olarak lidersiz ve örgütsüz bir soldu. Böyle bir politik deneyim, hemen Türkiye’nin alışılageldik kulturkampf ekseni üzerinden kendi karşıtını buldu ve ülkedeki 200 senelik toplumsal-kültürel bölünme hattına tercüme olundu. Bu serüvenin akıbeti bu satırları okuyan tüm okurların hafızalarında olduğu için burada ayrıca özetlemeye gerek görmüyorum. Ama kısacası 2013’ten itibaren sol esasen Gezi demekti ve sol karşıtlığı Gezi’deki kitlelerin değerlerine karşı değerler üzerinden yapılıyordu. Aşağı yukarı eşzamanlı olarak dünyanın her yerinde kimlik politikaları da yükselmişti. Bu yükseliş Türkiye’yi de etkiledi ve bu arada feminizm, LGBT, veganlık gibi konular ilerici diskurda önemli yerler tutmaya başladılar.
Türkiyede ve dünyada, tüm politik söylemler evrimleşirken, birbirlerini etkiliyorlar. Ancak Türkiyede tüm hegemonya sağ cenahtayken, zaten zayıflamış olan solun karşısına, mutasyon geçiren bir virüs gibi sürekli yeni aşırı sağ söylemler dikiliyor ve buna karşı tesirli ilaçlar henüz icat edilememiş durumda.
Fakat burada -en geniş anlamda- ilerici/sol söylemler üzerine de eleştirel bir parantez açmak icap ediyor: Sol daha ziyade kampüs ve sosyal medyayla sınırlanırken (ki ben bu satırları yazarken kampüsler çoktan kaybedilmiş ve sosyal medya da kaybedilmek üzeredir) yeni bir politik dil de yaygınlaştı: “woke” jargon. Bu jargon tüm ilerici/sol diskuru salt kimlik meselelerine indirgeyerek, tüm söylemini ahlaki üstünlük ve tarihsel haklılık argümanları üzerine inşa etti ve tam da bu nedenle karikatürize hâle geldi, kendi karikatürize olurken kendi dışındaki sola da prestij kaybettirdi. İşte tüm bu politik evrim süreci, antikomünizmin ve sol karşıtlığının da odağını değiştirdi, bunları kadın düşmanlığına, LGBT düşmanlığına, çeşitli azınlık gruplara karşı ırkçılığa evriltti. Keza Türkiye’de yine son yıllarda yaygınlaşan hayvan hakları konusundaki hassasiyet ve genel olarak toplumsal görünürlük ve destek kazanan ekolojistler hızlı şekilde kendi muarızlarını yarattı ve internet son derece provokatif hayvan düşmanı içeriklerle doldu. Türkiye’de ve dünyada, tüm politik söylemler evrimleşirken, birbirlerini etkiliyorlar. Ancak Türkiye’de tüm hegemonya sağ cenahtayken, zaten zayıflamış olan solun karşısına, mutasyon geçiren bir virüs gibi sürekli yeni aşırı sağ söylemler dikiliyor ve buna karşı tesirli ilaçlar henüz icat edilememiş durumda. Oysa, yeni aşırı sağ fenomenini iyi anlamak ve buna karşı gereken panzehirleri geliştirmek, tüm ilericiler için bugün en öncelikli siyasi ödev.