Geçen hafta kamuoyunda "Yetmez ama Evet"çilere yönelik bugün gerçekleşmekte olan devlet baskısı karşısında, sol/sosyalist tavrın ne olması gerektiğine ilişkin yaklaşımımı yazmıştım.  Bu kesimlere yönelik "oh olsun"cu yaklaşımın hem siyasal etik, hem siyasal taktik açıdan kabul edilemez olduğunu nedenleriyle birlikte göstermeye çalışmıştım. 

Bu haftaki yazımı ise, "Yetmez ama Evet"çilerin siyasal ve yöntemsel eleştirisine ayıracağım. Zira bugün sol liberal aydın ve yazarlar, geçmiş süreçlerine ilişkin ayrıntılı sorgulama ihtiyacını ısrarla savsaklıyorlar: Bu sorumluluktan yüzeysel bir "Erdoğan çok değişti" ve hatta - şimdilerde pek moda olan- "Aldatıldık" argümanlarıyla kurtulmaya çalışıyorlar. 

Naif bir hata mı? 

Bazı köşe yazarları, siyasetçi ve akademisyenler, belli ki iyi niyetle, "yetmez ama evet"çilerin üzerine çok abartılı ve intikamcı biçimde gelindiğini düşünüyorlar. Bu kadarında haklı tarafları var. Ama haksız oldukları yan çok daha önemli. Çünkü yapılanları tekil ve/ya tali, dolayısıyla "olağan kusur" derekesine indirgiyorlar. 

Örneğin Ferdan Ergut şöyle yazıyor: "Ahmet Altan'ın Türkan Saylan yazısı kötü bir yazı. Murat Belge'nin Hopa'lı öğretmenle ilgili yazısı kötü bir yazı. Benim bazı yazılarım kötü yazılar. Solda kalem oynatan birçok iyi adamın eskiden yazdıkları birçok yazı kötü yazılar... Ne olmuş yani? Bu adamlar ve kadınlar sadece bu yazılardan mı ibaret? Tarihi yazarken, böyle mi yazacağız? Bu insanların ürettiklerinin toplamına bakmayacağız ve cımbızımız neyi seçerse onu mu koyacağız sepete? Biraz feraset!" 

Ya da Mehveş Evin, geneli itibariyle katıldığım ve oldukça güçlü bulduğum yazısının bir yerinde birdenbire naifleşerek diyor ki: "İnsanız biz. Zaman içinde beğenilerimiz, tercihlerimiz gibi, fikirlerimiz de değişebilir.10 yıl önce benimsediğimiz, inandığımız siyasi fikirler geçerliliğini yitirebilir, umut bağladığımız siyasi bir lider büyük bir hayal kırıklığına dönüşebilir." 

Levent Gültekin başka bir örnek, "Niyet okumak, okuduğu o niyete göre bir tavır belirlemek, değişen, demokrat olmaya çalışan bir partiye karşı durmak demokratlığa, aydınlığa yakışır mı? Aydınlardan böyle bir tavır mı bekliyorsunuz? Eğer herkesi geçmişiyle değerlendireceksek bu ülkede kimse kalmaz. Çünkü hiç kimse hatasız, günahsız değil." 

Bu yazılar bir çırpıda gördüklerim. Muhtemel ki benzeri örnekler bu kadarla sınırlı değil... 

Açıkça söylemek gerek ne söz konusu hatalar tekildir ve ne de, basit ve sıradandır. Söz konusu hatalar tekil değil yöntemsel ve sürekli; basit değil siyaseten "suçları meşrulaştırma" olarak nitelenebilecek düzeyde ağır hatalardır. 

Bir de tabi geçmişte AKP'ye ve sol liberal kesime yönelik eleştirilerimize cevaben çok sık kullanılan şu ünlü "Niyet okumak" argümanı da üzerinde durulmayı hak ediyor doğrusu... 

Ne dedilerse yanıldılar... 

Ortada tekil ve naif bir Erdoğan yanılgısı yok... Sol liberaller temel tüm siyasal konularda son 15 yıldır ne dedilerse,hiç eksiksiz hepsinde yanıldılar. 

Ergenekon davasındaki yanılgıları "Türkan Saylan "yanılgısından ibaret değildi. Bu operasyonun siyasal anlamı, içeriği ve hedeflerini kapsayan bütünsel bir yanılgıydı.Yeni ve dizginsiz bir otoriter rejime geçişin yolunu açmayı hedefleyen bir operasyonu, büyük bir sivilleşme/demokratikleşme sayarak selamlamak mı basit hata? 

Taşra burjuvazisi ile ilgili bu kesimin yazdıklarını anımsayın... Nerede  şimdi acaba bu devletten bağımsız ve küresel sisteme entegre biçimde geliştiği için sivil siyasetin ve demokrasinin güvencesi olan taşra sermayesi?... Biz söyleyelim: bir kısmı askeri darbenin, diğer kısmı sivil darbenin peşinde... 

Ya tarikat ve cemaatler?... Birer sivil toplum oluşumlarımıymış?  Bu manada devlete karşı halkın/sivilliğin/demokrasinin temsilcilerimiymiş? 

Hani askeri darbelerin müsebbibi "Kemalist ordu" idi? Hani uluslararası ve yerli sermaye başta olmak üzere darbelerde sivil toplumun -belirleyiciliği bir yana- ciddi bir dahili bile yoktu? Hani askeri darbeler "sivil toplumda" peydahlanıp bilahare askere doğurtulan sınıfsal bir gayrı meşruluğun ürünü değildi? Hani Kemalistlere ve orduya vurulan her darbe, aslında  "askeri darbe" olasılığına vurulan bir darbe demekti. 

Hani bu ülke de "sivil darbe", "islamo-faşizm" tehlikesi yoktu? Bunlar eski devlet refleksleriyle malul bir kısım Kemalist'in ve sosyalistin uydurmasıydı? Parlamenter sistem içinden ve oy gücüyle iktidara gelen Hitler örneği, hani pek münasebetsiz bir benzetmeydi? 

Hani AKP, devlete bağımlı devlet ve ihale merkezli basın döneminin de sonunu getirmekteydi. Basın devlete ve iktidara bağımlı olmaktan çıkmakta, özgürleşmekteydi. Basın özgürlüğünün bugünkü yerlerde sürünen halini görüp de, ciddi, analitik  bir özeleştiri yapmamak, bundan ısrarla kaçınmak en azından gayri ahlaki değil mi? vb.vb. 

Yanılgılar; sınıfsal ve yöntemseldir. 

Bütün bu siyasi tahlil ve tutum basiretsizliğinden sonra sol liberaller köklü bir sorgulama -şimdilerde pek sevilmeyen ifadeyle bir özeleştiri- mecburiyetindedirler. Sanırım ki bütün süreci "Erdoğan çok değişti" ile açıklamak kendilerine bile inandırıcı gelmiyordur. 

Peki bu böyleyse ve buna karşın ısrarla niye sorgulama yükümlülüğünden kaçınıyor bu aydınlar. Zira bu süreçte yaşananlar, öyle böyle değil, sol liberalizmin bütün temel analitik araçlarını berhava eden bir özellik taşımaktadır. 

Solun gerilemesi koşullarında genel ve yoğun liberal/postmodern kuşatmanın etkisiyle emek eksenli bakışı tümden "unutan" bu çevreler, Türkiye analizlerini, olmayan ya da ikincil olan devlet/sivil toplum, asker/sivil, merkez/çevre, sermaye/devlet(bürokrasi-Kemalizm) gibi ikilikler/çelişkiler üzerine oturtmaktaydılar. Bu ikiliklerden devlet, asker, merkez, bürokrasi, Kemalizm otoriterlik ve statükoculuğun, diğerleri ise toplumsal ilerleme ve demokrasinin temsilcisiydiler sol liberallere göre. Görüldü ki çevrenin merkez karşısında, sivil toplumun (siz sermaye okuyun) devlet karşısında demokrasiyi temsil ettiği iddiası bir hayalden ibaretmiş. 

İflas eden ve sorgulanması gereken tam da bu yöntemsel yaklaşımdır. 

İsteksizlik, kaçaklık ve agresiflik buradan kaynaklanmaktadır. 

"Niyet okuma"  ve/ya bazen bir "doğru" bin günahın örtüsüdür... 

Tekil "doğru"lar hiç bir zaman, o söylemin ve projenin siyaseten doğru olduğunu göstermez. Bunu iddia edebilmek için o söylemin hangi bütünsel program ve pratik içinden yapıldığı ve o konjonktürde hangi siyasal sonucu hedeflediğine ve/ya hizmet ettiğine bakmak gerekir. 

Bizler bu anlamda soyut niyet okuyuculuğu yapmadık... Tek başına "iyi" gibi gözüken bir söylem ve pratiğin hangi program ve projenin ve hangi temel siyasal pratikler dizgesinin bir parçası olduğuna baktık. Zira bu tekil söylem ve adımlar tam tersi bir amaca hizmet etmeye yarayabilecekleri gibi, tümüyle perdeleme amaçlı pragmatist bir yaklaşımın göstergesi de olabilirdi. 

Yani tekil söylem ve eylemin kendi başına bir anlamı ve önemi yoktur siyasette. Bağımlı değişkendir tekil olan... Hangi bütünsellik tarafından araçsallaştırıldığı belirler onun anlamını. Bu nedenle siyasette ilk olarak söyleme değil eyleme bakacaksınız ve ikinci olarak tekil olana değil bütünsel olana, programa, projeye odaklanacaksınız. 

Bu temel gerçek, çok yakın bir zamanda, AKP şahsında ve en trajikomik örneklerle sayısız kereler doğrulandı. AKP'nin "ordu", "darbe", "TUSİAD", "otoriter laiklik", "devlet merkezli basın" vb. üzerine dillendirdiği  "tekil doğrular", AKP'nin bütünsel yaklaşım ve pratiklerinden azade olarak değerlendirildi. Bu tekil doğrular üzerinden AKP, büyük bir "demokrasi kahramanı" ilan edildi. Sonuç bugün ortada... 

Bu nedenle siyaset arenasında son dönemde sıkça duyduğumuz en saçma laflardan  birisi "niyet okumak" ise, diğeri de "yahu AKP'nin bir tane bile doğru sözü, işi yok mu?" sorusudur. 

Bir "niyet okuması" daha yapalım... 

"Yetmez ama Evet"çilerin yanılgısının yöntemsel olduğunu söyledik. Devlet/sivil toplum, merkez/çevre vb. ekseninde tarihi ve siyasi gelişmeleri analiz etme gayretinin kaçınılmaz kıldığı trajik bir sonuç olduğunu belirttik. 

Ama aynı zamanda sınıfsal olduğunu da vurguladık. Ki sorunun en önemli yanı da budur. 

Liberalizmin "doğrusal ilerlemeci" bakışı, aslında sol liberallerin de ruhuna sinmiştir. Bilim ve teknoloji geliştikçe insanlığında düz evrimsel bir çizgide  kaçınılmazca ilerleyeceği ve bu işi de bugün sermayenin üstlendiği türünden bir evrimsel determinist yaklaşım, açık ya da gizli bu çevrenin tümüne içkindir. Dolayısıyla bu kesime göre sermaye egemenliğine açılan her savaş, her devrim çağrısı -en azından bugün- gericidir. Aksine bugün sermayenin önündeki tüm engellere karşı savaş açmak gerekmektedir vb.vb. 

Örneğin siz hiç "bilginin sınıfsallığı", "teknolojinin taraflılığı" vb. üzerine bir laf duyamazsınız bu çevrelerden... "Bilgi toplumu"nun özgürleştirici yanları üzerine bolca konuşan bu çevreler, bugün üretilen bilginin  sınıfsal tahakküm aracı olmasından hiç söz etmezler. Kar maksimizasyonu amacıyla üretilen/uygulanan teknolojinin tüm canlı yaşamını ve gezegeni yok olma riskiyle yüz yüze bırakmasıyla da çok ilgili değillerdir. Bunlar varsa bile sermayece düzeltilebilir tali kusurlardır onlara göre... Kapitalizmle nedensellik ilişkisi olan konular değildir vb.vb. 

Hal böyle olunca bu kesimlerin  "emperyalizm" diye bir sorunu da yoktur. Aksine onlar için sermaye, -sermaye içinde de uluslararası sermaye- çok olumlu bir çağrışıma sahiptir. Örneğin küresel sermaye ile TÜSİAD ilişkisi iyiyse TÜSİAD'cı, yok küresel sermayenin işine Taşra burjuvazisi yarıyorsa "Anadolu Kaplanları" övgücüsü olurlar. 

Bu kesimin AKP ile ilişkilerinin biçim ve içeriğini belirleyen en temel ölçüt, uluslararası sermayenin AKP'ye nasıl baktığıdır. Yarın bu ilişkiler eski halini alırsa, pek çoğu "AKP'nin demokrat ve yenilikçi özüne yeniden döndüğünü" ilan edecektir. 

Bu yaklaşım her birinde aynı kuvvet ve açıklıkta olmasa da, sağlı sollu tüm liberalleri kesen ortak payda durumundadır. 

Bu çevrede yer alanların  son darbe sürecine ilişkin yazdığı yazılarda darbe ile ABD/Batı ilişkisi üzerinde hiç bir ciddi analiz olmaması, aksine bu ilişkiyi yok saymaya ya da önemsizleştirmeye yönelik ortak bir tutuma sahip olmaları, bu anlamda son derece manidardır. 

Son söz olarak... 

Bizim buradaki sözümüz/mesajımız yüzü samimiyetle sola ve emeğe dönük olan ve/ya dönme arzu ve potansiyeline sahip olan "yetmez ama evet"çileredir. 

Zira bu kesimin "yetmez ama evet"çi olmasında özgürlükler ve kimlik hakları konusunda -teorik anlamda değilse de- pratik/politik anlamda solun zaaflarının, ve yükselen şovenist dalganın sola olumsuz etkilerinin de önemli bir rolü vardır. 

"Müzmin" olanlarıyla ise en fazla konjonktürel kesişmeler olabilir. 

Zira stratejik anlamda bulunduğumuz yerler, birbirine karşıt olan emek ve sermaye kutuplarıdır.