Her şeyiyle bütünlüklü, doyurucu, çok renkli, çok kadınsı, çok katmanlı, tarihi, gösterişli bir bienaldi ve üzerine bir iki kelime de olsa yazılacak hâlâ çok çok fazla şey kaldı geriye. 26 Nisan’dan beri adeta hayatımın bir parçası olan Venedik bienali hakkında şimdiye kadar oldukça nesnel kalıp, tarafsız bir şekilde @venedikbienali adlı instagram sayfamdan bilgilendirmeler yapmakla yetinip kendi beğenilerimi kendime saklamayı tercih etmiştim. Ancak artık sonra geldik ve ben de bunun üzerine söylenecek bir şey kalmasın diye gördüklerimin bende bıraktıkları üzerine bir şeyler söylemek istedim. Bienali içinde bolca Covid temalı, karanlık, umutsuz bir çıkış beklentiyle karşıladım. Ne de olsa bir önceki bienalin teması olan “May you live in interesting times” (ilginç zamanlarda yaşayın) ile bienal bizi gerçekten oldukça enteresan zamanlara doğru yola çıkartmıştı. Ancak gelinen noktadan kimse memnun olmadığı için belki de içinde her şeyi yeniden dönüştürebileceğimiz kendimizi doğanın merkezinde her şeyin üzerinde görmekten vaz geçip doğada bize ayrılan yerde bir bütünün bir parçası olarak da doğanın dengesine sunacağımız katkıya odaklanmamız gerektiğini gördük. 59.sanat bienalinin küratörü olan Cecilia Alemani hazırlamış olduğu Milk of Dreams adlı sergisinde bizi tarihsel kapsüllere ayırdığı sergi alanlarında olağanüstü bir yolculuğa çıkarttı. Sürrealistlere ayrılan bölümde birbirinden eşsiz kadınların çalışmalarını keşfe çıkarken kendi kendime bildiğim sürrealistleri saydım ve benim listemde hiç kadın olmadığını keşfettim. Belki de bu bienalde bundan daha ağır bir ders olamazdı alabileceğim. Loenora Carrington’u ya da Katharina Fritsh’i ve daha nicelerini bu bienal sayesinde keşfettim ve gördüklerimle yetinmeyip hemen hemen hepsi hakkında derin okumalar yaptım. Sürrealist kadınların dünyasında yaşadığım gerçek üstü deneyimler bende de ciddi sorgulamalara neden oldu. Yeri geldi insan bedeni sorgulaması ve bedenlerin parçalara ayrıldığı, anatomisinin çıkarıldığı, biçimsel değişimler ve dönüşümler yaşadığı alanda aslında kendimizi sert kabukları içinde katılaştırsak da bedenen birbirine bağlı parçalar bütünü olduğumuzu ve her parçamızın aslında kendi içinde de bütün olduğunu içimizdeki hayvanın ya da avatarın başkalaşımlarının yahut da robotlaşan davranışlarımınız sorgulamasını yaptım. Yeri geldi yazının gücü ve kelimenin büyüsüne kapıldım. Belki de tarihçi olduğum için bende en çok merak uyandıran yer burası oldu diyebilirim. Burada şair, sanatçı, eleştirmen, küratör, İtalyan ve uluslararası sözlü-görsel araştırma dünyasının kahramanı Mirella Bentivoglio’yu tanıdım. Belki de bu bienalde bir çoklarımız bakıp geçemedi ve anlamak için direndi. Çünkü gördüklerimiz bize kendimizi, çevremizi, dünyamızı ve hatta evrenimizi sorgulattı. Ben daha önce hiç tanımadığım kadınları avlıyordum aslında. Onların hayat hikayelerine daldım ve bugüne ne bıraktıklarına, aşklarına, hastalıklarına ve kayıplarına… Sütlerin düşü kesinlikle büyüklere masallar gibi yazılmış bütünlüklü bir gösteriydi. Kadın eli değen işlerde örgü, kumaş, yogan, halı, keçe görmek ve geleneğe uzanmak, geçmişle ve evimizle uzun uzadıya saatlerimizi verdiğimiz elişlerine doğru bir yolculuğa çıkmak gibiydi. Bu gibi örnekleri sadece “Milk of dreams” değil bienalin paralel sergilerinde ve European Cultural Centers’ın yer aldığı palazzo’larda da gördük ve bu kadar geleneksel işlere uzanan kadın elleri bana ninelerimiz ördüğü patikleri hatırlattı. Motifleriyle şiirler yazılan o güzel işler de olsaydı aslında çok da sırıtmazdı. Bu bienal geleneksel olana çok naif bir dokunuş yaptı. Bizden geleneği hatırlayan Müge Yılmaz’ın Göbeklitepe figürleri vardı. Bir de San Marco Meydanı’nda Procuratorie Vecchie’nin salonlarından birinde efsane bir noktada kendine yer bulan Azerbaycan Pavilyonu vardı. Kendi geleneklerine dokunan tamamı kadınlardan oluşan yedi salonda soyut şahmeran, ana rahminde aşkın doğuşu, sonsuzluk vs. her iş çok çok iyiydi ve ben defalarca bu sergi alanına misafirlerimi götürdüm ve orada uzunca kaldım. Elbette illa “geleneksel olan güzeldir” demek doğru değil ve sanat oldukça göreceli bir kavramdır. Türk pavilyonu tam da bu tartışmaların arasında kaldı. Kimileri işi çok naif çok estetik bulurken kimileri acemice ve üstelik çirkin buldu. Hikâyenin aktarım tarzı, masalsı ögeleri ve kitap sayfası karıştırır gibi sürüklemesi düşünülmüştü belki, ama yerleştirmenin dağınıklığı kitap sayfalarının karışmış olduğu algısını uyandırdı bende. İşi enine boyuna eleştirebileceğimiz sayısız dinamik vardı. Ben belki de yıllardır Venedik’te yaşadığım için, son yerleştirmedeki o adı gondol kendisi kartondan bir kayık olan kısmı görmezden gelmek için kendimi zorladım. Adına gondol dediğimiz şeyin ne olduğu hakkında bir fikrimiz yoksa ona gondol demeyelim lütfen ya da en azından hele de Venedik’te gondol olmayan şeye gondol demeyelim lütfen. Bu gerçekten affedilmeyecek bir hata mı peki? Bence evet, ama elbette sanatçı kayık ile gondol arasındaki fark üzerinde durmak istememiş olabilir. Buna kim karşı çıkabilir? Her neyse gondol ya da kayık Türk pavilyonunda benim her anlamda içime sinen bir iş yoktu.
Türk pavilyonu tam da bu tartışmaların arasında kaldı. Kimileri işi çok naif çok estetik bulurken kimileri acemice ve üstelik çirkin buldu.
Ben çok gezdim ve onca şey gördüm, peki neleri çok beğendim? Giardini’de İspanya ve Almanya pavilyonlarını ardı ardına gezdiğinizde ortaya oldukça güzel bir kontrast çıkıyor. İspanyol pavilyonunda yapılan düzeltme işine karşı Alman pavilyonunda ise bir yıkım işi hatta bir arkeolojik kazı da diyebileceğimiz pavilyonu katman katman bize önceki tarihine götüren bir enstalasyon gördük. Bu iki iş bir arada çok iyiydi. Almanlar her sene faşizmin ve Nazizm’in yıkıntılarını bize bir şekilde gösteriyorlar. Alman sanatının bütün derinliklerine yansıyan yıkıntı teması birçok enstalasyonda beni etkiledi. Merkez pavilyona olan yakınlığı ve Giardini bölgesinde ilk inşa edilen ülke pavilyonu olması hasebiyle Belçika pavilyonu benim için hep ayrı bir yere sahip oldu. Bu sene oldukça az olan video işlerinden belki de en iyisi burada karşımıza çıktı. Oyun doğal bir şeydir, çocukluğumuzda içgüdüsel olarak keşfedip öğrendiğimiz bir şeydir. Temel bir insani ihtiyaçtır. Zaman ayırmak ve oynayarak zaman kaybetmek gerekiyor. Çocuk oyunu, dünya ile yaratıcı bir ilişki olarak anlaşılmalıdır. Francis Alÿs'ın kamerası 1999'dan beri kamusal alanlarda oynayan çocukları çekiyormuş. Küçük bir çocuğun dik bir yolda bir şişeyi tekmelediğini, ardından aşağı yuvarlanmasına ve tekrar tekmelediğini gördüğümüz Çocuk Oyunu # 1: Caracoles videosuyla başlıyor. En çelişkili durumlarda dahi çocuğun net olan tavrına odaklanan kamera ve her seferinde kendini oyunun büyüsüne kaptıran çocuk. Sokaklarda oyun oynayarak büyüyen nesiller için ne kadar da anlamlı olmuştur, bu videolarda çocukluğuna denk gelmek. Bir zamanlar öyle içinde sonsuz mutluluklar olmasa da bitmeyen oyunların olduğu bir dünyamız vardı. Babamın bana aldığı ilk ve tek oyuncak şişman siyahi bir çocuktu. Arkadaşlarımın sayı saçlı mavi gözlü bebeklerine karşı her daim hakkını savunduğum o şişman bebeğimle giderdim oyun oynamaya. Çocuk olmak her şeyden bir oyun türetmekti benim için de. Mahalleden çocuklar vardı ve benim de misket oynayan bir erkek kardeşim vardı. Belçika pavilyonuna ve sanatçısına çocukluğuma olanak sunduğu olduğu için çok teşekkür ederim. Amerika, İngiltere ve Fransa sömürgelerinden gelen geçmişleriyle yüzleştikleri işleriyle ödülü hak eden üç ayrı pavilyon olarak bize gerçekten görsel bir şölen yaşattılar. Fransızlar her sene yaptıkları yerleştirmelerle beni şaşkına uğratıyorlar. Eskilerden kalan bir ve orada bir yaşanmışlık anını kameraya almak bir tabutla bütün hikâyeyi sonlandırıp sonra bir sinema salonunda bize bunu izletmek… Birçoklarının anlam veremediği bir işti, benim içinse tarihi bir ana tanıklık etmek gibiydi. Zineb Sedira Cezayir'deki çağdaş sanat ortamının uluslararası yollarla gelişimi kültürler arası alışveriş ve iş birlikleri üzerine uzun yıllar çalışmış ve birçok uluslararası sergide yer almış. Kendisini bu vesileyle tanımak çok güzeldi. Afro-Karayip kökenli bir İngiliz sanatçı olan Sonia Boyce beş siyahi müzisyenin performanslarına odaklanan bir enstalasyon yoluyla "başka bir hikâye okuması" Büyük Britanya pavyonu Feeling Her Way adlı sergisiyle en iyi ulusal katılım için Altın Aslan'ı kazandı. Her bir salonda kadınların yükselen sesleri vardı. Bazen oturarak bazen salondan salona hızlı ve yavaş adımlarla geçerek onlara kulak kabarttım. Dokunaklı seslerin verdiği ben buradayım mesajı değişen dünyanın dinamiklerini gözler önüne seriyordu. Benim de söyleyeceğim şeyler vardı, ancak sözlerim dinlenmedi. Ben de sesimi daha gür çıkarmaya karar verdim. Şimdi isteseniz de istemeseniz de beni duyuyorsunuz ve bana duyarsız kalamıyorsunuz diyordu sesler. Bu kadınları sevgiyle kucakladım ve onları kalbimle dinledim. Kısacası çok ama çok iyi bir işti.
Her bir salonda kadınların yükselen sesleri vardı. Bazen oturarak bazen salondan salona hızlı ve yavaş adımlarla geçerek onlara kulak kabarttım. Ben buradayım mesajı değişen dünyanın dinamiklerini gözler önüne seriyordu.
Amerika pavilyonunu o Palladian stilinden tamamen uzaklaştırıp bir anda başka bir yerde miyim yanılsaması yarattı Simone Leigh’ın yerleştirmesi. Çalışmalarını oto-etnografik olarak tanımlıyor ve ilgi alanları arasında Afrika sanatı, yöresel mimari, performans sanatı ve feminizm yer alıyor. Çalışmalarının "siyah kadın öznelliği"ne odaklandığını sık sık ifade ediyor; yapıtlarıyla, yeni melezlemeler yaratarak, kültürleri, zaman dilimlerini ve coğrafi alanları üst üste bindirerek tarihi belgelemedeki boşlukları doldurmayı amaçlıyor. Leigh, "titizlikle araştırılmış, virtüözlükle yaratılmış, güçlü bir şekilde düşündürücü" anıtsal bir heykel olan Tuğla Ev projesi için Bienal “The Milk of Dream”in ana sergisine en iyi katılım için Altın Aslan ödülüne layık görüldü. Bienalin baş küratörü Cecilia Alemani de Leigh’in çalışmalarından oldukça etkilenmiş. Gözleri olmayan siyahi kızın kafes formunda sunumu ve onunla aynı salonda yer alan Kübalı sanatçı Belkıs Ayón’un gözlere odaklanmış Resurrección adlı bu çalışması gerçekten küratörün işini ne kadar iyi yaptığını gösterdi bize. Ayón’un 1993 yılında eserlerini getirmek için İtalya’ya yapacağı yolculuğu araç bulamasından dolayı bisikletle yola çıkmak zorunda kalıp uçağı kaçırmasıyla gerçekleşememiş, ancak eserleri birkaç gün gecikmeyle de olsa Milanolu bir gezgin aracılığıyla Venedik’e ulaşmış. Zorlu yolculuklar üzerine de bir gün bir şeyler karalamak gerek aslında. Bizler hep yerleştirmelerin sergilendikleri süreçleri ve bize verdikleri mesajları konuşuyoruz. Esasında sergiye hazırlanma anında anlatılmaya değer çok hikayesi oluyor. Dikkatimizi yeniden Leigh’e verelim lütfen: kadınsı, özgün, Batılı olmayan, beyaz olmayan ikili kültürleri, bedeni, miti, sınırların aşılmasını, dönüşümü, sömürgeciliği tek bir eserde anlat deseler Leigh’in bu saçları örgülü gözleri olmayan kendi kafesinde tutsak kalmış kızıyla anlatabiliriz sanırım. Her biri birbirinden dokunaklı büyüklüğüyle, formuyla, estetik duruşlarıyla Leigh gerçekten bizi gerçek kadınla karşı karşıya bıraktı diyebiliriz. Tek kelimeyle alkışı ve elbette ödüllerin de en büyüğünü hak etti. Tebrikler. Gerçeküstü temalara gerçekçi dokunuşlar yapan ama aynı zamanda sürrealist dünyanın içine bizi adeta bir tablonun içinde bırakır gibi atan Danimarka Pavilyonuna bakalım bir de. Uffe Isolotto'nun Danimarka Pavyonu için yaptığı enstalasyon, bizi bir İskandinav peri masalına götürüyor. Pavyonun tamamını kaplayan “We Walked the Earth”, üç centaurlu bir ailenin etrafında dönen beklenmedik bir yaşam ve ölüm draması sunuyor.
Simone Leigh, çalışmalarını oto-etnografik olarak tanımlıyor ve ilgi alanları arasında Afrika sanatı, yöresel mimari, performans sanatı ve feminizm yer alıyor.
Sürekli değişen bir dünyanın zorluklarıyla yüzleşmeye çalışan aile, zamanımızın derin belirsizliklerine hitap eden umutsuzluk ve umut arasındaki huzursuz bir ruh halini temsil ediyor. Çiftlik ortamının doğru bir şekilde yeniden yapılandırılmasına ve oraya buraya dağılmış çok sayıda nesneye rağmen, burada yaşayan hiper-gerçekçi at adamlara ne olduğunu hiçbir şey açıklığa kavuşturmuyor. Pavilyonun önünde görecekleriniz sizi rahatsız edebilir uyarısıyla karşılaşınca daha da merakta kalıp hemen içeri girince o dehşet anıyla baş başa kaldım. Bienal henüz yeni açıldığında bununla ilk karşılaşan birçok kişiden biri olarak ben de gördüğüm aşırı gerçekçi bedenin bir performans sanatçısına ait olabileceğini düşündüm. Bazen gördüğünüz şey sizi dehşete düşürür. Güzelmiş deyip geçemeyeceğiz içinde derin sorgulamalar yapmanız gereken o anlardan birindesinizdir. Hadi şimdi buradan çıkınca gördüğün şeyin etkisini bir anda üzerinden at bakalım dersiniz kendi kendinize. Bu unutmak istediğiniz bir şey midir? Venedik pavilyonunda da aşırı gerçekçi bir kadın bedeni enstalasyonu, küratörlüğünü Giovanna Zabotti'nin yaptığı, metamorfozun sembolü olan Alloro'ya ev sahipliği yapıyor ve üç temel teması var: insanın doğaya yaklaşımı”, kadının gücü ve sanatın açıkladığı başkalaşım. Danimarka pavilyonundaki dehşet burada yerini sürece ve kabullenişe bırakıyor; ancak hikâye o kadar açık ve o kadar üzerine söylenecek bir şey bırakmıyor ki insan ister istemez kendisini “Sanata Giriş 1” dersinde gibi hissediyor. Hepimiz basit olanı kolay kabulleniriz, ama çetrefilli olan ve bize sorgulamalar yaptıran hikayelere daha çok saygı duyarız. Sırbistan pavilyonunda onca saat dolaşıp yorulduktan sonra uzun uzun denizi izlediğim o iş bana çok iyi geldi. Vladimir Nikolić “Su ile yürümek” demiş bu işe. Orada saatlerce oturabilirdim. Aklımda olan ne varsa suya karışırdı. Oradan çıkınca ruh halim hep iyileşti. Ben kendimi hep daha iyi hissettim. İşte bu nedenle bu iş gerçekten çok iyiydi. Eser size ne hissettirdi? Orada olmak nasıl bir duyguydu? Sanat dediğin nedir? Orada olmak çok iyiydi. Upuzun bir denizdeydim ve güzel bir deneyim anıydı. Eugenio Viola'nın küratörlüğünü yaptığı İtalyan Pavyonu, Gian Maria Tosatti'nin Arsenale'deki Tese delle Vergini'nin tüm alanını kaplayan bir çalışmasından oluşuyor; Sürdürülebilir kalkınma için 2030 Gündemi, teatral bir eylem gibi iki bölüme ayrılmış: Gecenin tarihi (İtalyan endüstriyel rüyasının yükselişi ve düşüşü) ve Kuyruklu yıldızların Kaderi (öfkelenen doğa, insanlığı affetmez). 3 Milyon Euro gibi oldukça yüksek bir bütçe ile yaratılan “arte povera” yani yoksul sanat teması içinde yaratılan bir terzi dikimhanesi, Yetmişli belki daha da eski zamanlardan kalma bir yatak odası, yukarıdan işçilerin çalışmalarını takip imkânı sunan o camlı oda… Birer birer içeri alındığınız ve girmek için beklediğiniz kocaman bir alanda sanat görmeyi beklerken ben neyle karşı karşıyayım diyorsunuz kendi kendinize. Sanat esasında tam da bu noktada size sesini yükseltiyor: Ben seni alıp evine koyamayacağın kadar bambaşka bir boyutta seni kendi alanıma çekiyorum sana burada bir deneyim yaşama imkânı veriyorum diyor. Burada gerçekten güzel olan tek bir figür dahi bulamasanız bile bunun bir sanat olmadığını iddia edemezsiniz. “Milk of Dreams”in dönüşüm geçiren o bedenleri nereye kayboldular? Bütün o gerçeküstü işlere ne oldu? O siyahi kocaman kadınlar neredeler peki? Şimdi sadece siz varsınız İtalya pavilyonunda odadan odaya geçerken. Yaşadığınız deneyimde bu sefer belki de fark etmediniz dönüşüme, başkalaşıma, değişime uğrayan siz oldunuz. Eğer bütün alanı gezip İtalya ile sonlandırıp gezinizi çıkışa yöneldiyseniz bilin ki siz artık o serginin bir parçası oldunuz demektir. Benim açımdan İtalyan pavilyonu böyle değerlendirilmesi gereken bir deneyim alanı olurken birçoklarının ciddi eleştirilerine de maruz kaldı. Hele ki bienalin açılışına küratör ve sanatçıların Valentino markasının sponsorluğunda birbirinden şık takımlarla gelince eleştirmenlerin “arte povera” yani fakir sanat bize “arte ricca” yani zengin sanat size mi?” eleştirilerine maruz kaldıklarını bilmenizi isterim. Üzerine yazılacak, söylenecek, düşünülecek ve bize bitmeyen sorgulamalar yaptıracak bir bienal oldu. En önemlisi de her şeyiyle bütünlüklü, doyurucu, çok renkli, çok kadınsı, çok katmanlı, tarihi, gösterişli bir bienaldi ve üzerine bir iki kelime de olsa yazılacak hala çok çok fazla şey kaldı geriye. Bundan sonrasını yine @venedikbienali sayfamda tematik olarak paylaşmaya devam edeceğim. Şimdilik derli toplu bana ne kaldı dediğim bir yedi ayın sonu diyelim.